MAVİ TUR

13 Haziran 2008 saat 21:30’da AŞTİ’den yola koyulduk. Artık Ege ve ben yıllardan, hatta ilk gençlik yıllarımdan beri hayalini kurduğum mavi yolculuğa katılmak üzere yollardaydık. Ayhan, bu sefer bize katılamadı. Ama belki gelecek mavi yolculuklara beraber çıkabiliriz kim bilir?

AŞTİ’de birbirinden güzel, gülen gözlerle bizleri kucaklayan insanlarla tanışıp, biraz da şaşkınlıkla ilk kez karşılaştıkları insanlara karşı nasıl bu kadar candan olabiliyorlar diye düşünerek heyecanla otobüste yerlerimizi aldık. Ege, başlarda uyumamak için direndiyse de daha sonra uykuya yenik düştü. Biraz uzun ve yorucu bir yolculuktu. Çünkü az uykuyla yetinilen günler ve hemen arkasından seyahat; ayaklarım, bacaklarımdan ayrı birbirine hükmederek kah uykulu, kah uyanık sabah saatlerinde Marmaris’e neşe içinde indik.

Otobüs terminalinden binilen taksilerle kısa sürede büyük limana vardık. Teknemizi bulup, bavulları kamaralara koyduktan sonra, kahvaltı yapmak üzere Marmaris’in kapalı çarşısında, daha önceden ekip arkadaşlarımın bildiği bir kafeye gittik. Nefis kahvaltılıkları var. Böreklerinin çeşitleri insanı şaşırtıyor doğrusu.

Hele arkadaşlar, hepsini de sanki çok önceden tanıyormuş gibiyim. Daha sonra teknenin erzak ihtiyaçlarını, bizlerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere büyük marketlerden birine girdik. Erhan hoca ve kaptan, el arabalarına erzakları atarken, bizler de içecek reyonlarından alkollü, alkolsüz içecekleri arabalara dolduruyorduk. Özellikle votka, rakı, bira ve şarap sevenler diye ayrılmıştık. Erzak işleri tamamlanınca, tekneye ulaşıp Güzin ve Sylvia’yı beklemeye başladık. Onların da 12:30’da gruba dahil olmasıyla teknemiz ilk koya, Kargı burnuna doğru hareket etti. Bu koy küçük ama pek tenha değil. Su pırıl pırıl… Ama soğuk diye girmemek asla düşünülemez deyip kendimizi soğuk sulara attık. Öğle yemeği, dinlenmeler ve birazdan akşam yemeği.. Serçe limanında konaklayacağız.



Uyku tulumlarımızı kapıp güvertede yerimizi kaptık. İlk kez güvertede, yıldızlar ve ay ışığı altında uyumak, rüzgarın nefesini nefesimde hissetmek, denizin sesini dinlemek muhteşem bir şey.. Artık müptelasıyım bunu biliyorum. Sabah, güneşin ilk ışıklarıyla uyanmak da ayrı bir güzel, ama gece biraz üşüdüm.

Deniz durgun ve berrak, pırıl pırıl.. herkes birbirine soruyor “soğuk mu? soğuk mu?” diye ama deniz çağırıyor. Kulak vermek lazım. Vee atıyoruz kendimizi sulara. Uyku sersemliğini sularda bırakarak kahvaltı sofrasına koşuyoruz. Kahvaltı sonrası yine demir alacağız. Kaptandan destek alarak gittiğimiz her noktayı işaretliyorum. Rotamızı daha sonra ilgilenen arkadaşlara göstereceğim.

Uzunca bir yoldan sonra Tavşan bükündeyiz. Dalga ve yolun uzunluğu biraz sarstı. Güvertede uyuyakaldım. Biraz da yandım galiba. Korkarım yine soyulmaya başlayacağım. Öğlen yemeğinden sonra serin sularda olacağız.



Yıllar önce sanırım 2002 de gelmiştik Bozburun’a. Karadan da mavi yolculuğu izlemek güzel ama denizden bir başka! Bozburun’u çok değişmiş buldum. Ama hala bakirliğini koruyor. Çok fazla yapılaşma yok çok şükür.. Çok da kalabalık değil. Var olan insanlar hala parmakla sayılıyor. İleriki tarihlerde de aynı şeyleri söyleyebilecek miyim bilemiyorum. Bizler bile şuralardan birkaç yüz metre kare bir yerler alsak demeye başladık bile. Sahil yolunda yürürken vitrininde el yapımı teknelerin olduğu bir dükkan görüyorum. Hemen fotoğraflamak lazım! Teneke saksıların içindeki sardunyalarla ne güzel duruyorlar.



İlerliyoruz, biz hatunların dikkatini otantik giysilerle dolu bir dükkan çekiyor. Dükkanın içine çil yavrusu gibi dağılıyoruz. Çok güzel peştemallar ve giysiler alıyoruz. Peştamalların yumuşacık, ipeği andırır bir dokusu var. Denizde değil de daha sonra şal olarak kullanalım diyoruz. Dükkandan çıkıyoruz ama aklımız hala orada. Belki yarın bu aldıklarımıza ilaveler bile olabilir. Gece Bozburun’dayız.



Akşam için bütün bayanlar süsleniyor, kokular sürünüyoruz. İki saatliğine bile hazırlanıp kokular sürmek abes gelebilir. Ama kadının hamurunda var… Bizi mutlu ediyor hepsi bu!  Yemek öncesi benim aldığım şarabı içeceğiz bugün. Çünkü bizim evlilik yıldönümümüz. Ve “ayan beyan” (benim eşim Ayhan’a itirazlarına rağmen taktığım isim) burada değil…



Yemekten sonra kızlarla tekrar çıkıp bir çay bahçesinde oturma düşüncemiz var. Euro-2008 seyircileri de ayrı takılacaklar. Güzel bir gece… hafif hafif esiyor.

Üçüncü gün kahvaltıdan sonra yine yollardayız. Buz gibi sularda gözümüzü açıp güne çivi gibi başlıyoruz. Bu arada ben gördüğüm her güzel manzarayı karelemeye çalışıyorum. Teknede adım şipşakçı. Bütün güzellikler insanla daha güzel… Ah keşke, zarar vermeden koruyabilsek, sahip çıkabilsek… Bu arada çektiklerime bakıyorum da hepsinde tekne fotoğrafları var neredeyse. Kaptırmışız bir kere gönlümüzü, varsın olsun…



Öğle saatlerinde Dirsek burnunda olacağız. Derin, mavi, sakin sulardayız. Suda çift topla oynamayı adet haline getiren Ali ve Nafiz’e çoğu zaman biz de eşlik ediyoruz. Yaptıkları espriler karşısında gülme krizine yakalanarak epey su yutuyoruz ya da bir ben yutuyorum.



Selimiye,  duraklarımızdan biri..  Bir şaşkınlık da orada yaşıyorum. Liman yapılmış! Şu an için az sayıda tekne var ama pek çok teknenin demir atabileceği büyüklükte. Teknelerin konaklamak için tercih ettikleri belli…Tekneden inince biz bayanlar yine çil yavrusu misali ilk gördüğümüz dükkana dalıyoruz. Küçük kadınlar takılarla haşır neşirken biz hatunlar yine giysileri denemeden edemiyoruz. Sıcak fena bastırmış durumda… Eski mavi yolcuların bildikleri bir kafe var; adres değiştirmiş ama arayıp buluyoruz. Yerin adı “Ceri”. Vallahi her şeye değiyor. Brownisi, profiterolü ve de el yapımı limonatası muhteşem! İncelenecek, fotoğraflanacak ne kadar çok nesne var tanrım!! Rahat ve huzur dolu.



Selimiye’den yine Mariachi biralarımızı aldık. Bitmişti çünkü! :) Nedeni, limonata gibi içmemiz. Güzin’in de benim de favori içeceğimiz.

Geceyi sığ limanda geçiriyoruz. Selimiye’nin hemen yakınında. Kaptan İlhan, ertesi günü hedefin “Bencik koyu” olduğunu söylüyor. Ama haritada bulamıyorum. Adı sakın Benlik limanı olmasın diyorum. Yok “Bencik” diyor. Eminim doğrudur. Benimki tereciye tere satmak misali.



Burası, gördüğümüz en yeşil koy. Başka tekneler bizden önce gelip demir atmışlar yine. Bizden değiller, yine yabancı. Dağımızı, taşımızı, denizimizi bizden iyi bilip, tadını da onlar çıkartıyorlar. Üç yanımız da denizlerle çevrili ama ben millet olarak denizi sevdiğimizi, nimetlerinden faydalanabildiğimizi söyleyemeyeceğim. Bencik limanında ormancıların kampı varmış. Yine kaptan’ın dediğine göre kuzey ülkelerinden biri, şimdi hatırlayamıyorum, Finlandiya olabilir; temiz enerji elde etmek için buralarda araştırma yapmışlar. Tam 18 yıl önce. Sonra ormancılara verilmiş. Geçmiş hükümetlerden biri mi yoksa şimdiki hükümetin tasarrufu mu bilemeyeceğim şimdi atıl durumda ve çürümeyi bekliyor. Akşam yemeği için burada kalmak imkansız. Arılar köftenin kokusunu aldılar. Rahat bırakmayacaklar. Hemen yakında Dişlice’de konaklayacağız.



DİŞLİCE! Burayı nasıl anlatsam? Muhteşem, muhteşem, muhteşem… Burası için mavi tura noktayı koyan yer diyebilirim. Kırmızı kayalar… Bir de güneşin batımına yakın gelmişiz ki daha bir güzel.. Korku filmlerindeki gibi… Vahşi güzel! Hepimizi derinden etkiledi. Hepimizin elinde fotoğraf makineleri… Olmuyor! Gözün gördüğünü objektiften göremiyorsun işte… Yemekten sonra teknenin önünde toplanıyoruz. Ay ışığı ve yıldızlar… Yatmaya giderken Nergis’ten söz alıyorum. Samanyolu çıktığında beni uyandıracak. Ama uyumak ne mümkün! Baykuş ve martı sesleri buna izin vermiyor. Sakın yanlış anlaşılmasın, şikayetçi değilim. Yanımda kızım, uyku tulumunun içinde bu sesleri dinleyerek sızıyorum.


Yedinci günün sabahı kahvaltıyı Bozburun’un koylarından biri olan Kuz bükünde yapıyoruz. Mavi bayraklı. Pırıl pırıl bir deniz. Tam turkuaz renginde. İki güzel köylü kızı motorla gelip Erhan hocanın sıkı itirazlarına rağmen birbirinden güzel elişlerini bize satmayı başarıyor. Yine kendimizden geçtik valla…



Tur boyunca yediklerimizi hiç anlatmıyorum. Zeynel ustanın ellerine sağlık. Önümüze koyduğu her şeyleri silip süpürdük doğrusu. Ama hiç unutamadığım Güzin’in muhammarası. Ankara’ya dönüşte yapacağım. Hele köy ekmekleri! Utanmasam herhalde birini rahatça bitirebilirim.



Son koyumuz Armalle…! Yeni başlamıştık ne zaman bitti yahu. Son gün ve denize girdiğimiz son koy. Turkuazı içiyoruz adeta. Ne kadar çok suda kalırsam o kadar çok mutlu olacağım!

Kayalıklarda terk edilmiş cins bir köpek görüyoruz. Teknede büyük bir şaşkınlık ve heyecan yaşıyoruz. Çünkü götürdüğümüz yaklaşık 2 lt suyu tabiri caizse lıkır lıkır içiyor. Götürdüğümüz yemeklere yan gözle bile bakmıyor. Çok yazık kim bilir ne kadar süredir susuz kaldı yavrucak. Yalnız da değil ayrıca. Bir tane daha var. Ayaklarındaki ve ağzının kenarındaki tüyler sanki denizin tuzundan beyazlamış gibi. Muhtemelen yeni yavrulamış. Biraz güven duyduktan sonra kendini sevdirmeye bile başlıyor. Çocuklar keşke tekneye alıp götürsek diyorlar ama göğüslerine bakıp yeni yavrulamış olduğunu anlıyoruz. Yavruların yakın yerlerde olacağını düşünüyoruz. Daha sonra Alev bir cesaretle o kayalıklara çıkıyor. Ama erkek köpeğin direnciyle karşılaşıp aşağıya iniyor.



Artık Marmaris yolundayız. Saat 16:00 gibi … Saat 20:00’den önce orada olmalıymışız. Liman teknelerle dolu. Euro-2008, Türkiye-Hırvatistan çeyrek final maçı var. Erkeklerin hepsi ve Sylvia maçı seyretmek istiyor. Alev ve Nergis sabah erken kalkacaklar. Uçakla Ankara yolcuları çünkü. Ben, Güzin, Hale, Tuba ve Şafak’ın ise başka planları var, Marmaris gecelerine akmak istiyoruz. Akışımız ancak nargile ve bira içebileceğimiz bir kahvehaneye kadar gerçekleşiyor. Tekneye döndüğümüzde maç galibiyeti ile coşan insanlarla karşılaşıyoruz. Bu coşkular, sabahın ilk saatlerine kadar sürüyor. Sabah kalktığımızda artık vedalaşma vakti geliyor. Yine yeni turlara katılma düşüncesiyle, biraz buruk, otobüsümüze binmek üzere yola çıkıyoruz.