ÜÇ GÜZELLER

Ağustos ayının son günleri… Tatil şansımız artık kalmadı derken, şeker bayramıyla birlikte bir yerlere gidebilme şansını yakaladık. Rezervasyon için oldukça geç kalmıştık. Ama yer bulabiliriz umuduyla kolları sıvadık. Aradığımız her yerden olumsuz yanıt alıyorduk. Artık, bir yer bulma şansımız azalıyor derken en sonunda Datça/Ovabükünde bir pansiyonda yer bulabildik. İyiki de orada bulabilmişiz... Yol uzun olmasına rağmen her şeye değdi. Bir aile pansiyonu olması, koyun diğer koylara göre daha sakin olması dinlemek için idealdi.


Ovabükü, Hayıtbükü ve Palamutbükü arasında küçük bir koy. Bu üç koy birlikte, üç güzeller diye anılıyor. Ovabükü fazla rüzgar alan bir koy. O yüzden deniz her daim kıpır kıpır. Hem kıyıda hem de daha içerlerde pansiyonlar var. Kıyıda aydınlatma çok az. Sadece lokantaların aydınlatmaları yeterli oluyor.Tesislerde abuk subuk müzikler de yok. Kitap okuyup, yüzüp, güneşlenebileceğin ve yürüyüş yapabileceğin bir yer.



Hayıtbükü, yatların, mavi yolcuların durağı. Ovabüküne göre turizmden daha önce nasibini almış. Yerli ve yabancı işletmecilerin paylarını aldıkları küçük bir sahil kasabası. Koyun diğer yanında küçük bir koy daha var. Adı Kızılbük. Hayıtbükünden Kızılbüke giderken bir tepe aşıyorsunuz. Tepeden koya baktığınızda ürkütücü bir güzellikle karşılaşıyorsunuz.



Kızılbükte de oldukça büyük bir tesis var. Koy kimi kez o tesisin adıyla da anılıyor. İsmi Gabaklar…



Hayıtbükü akşam olunca Palamutbükünden ve Ovabükünden yemeğe gelenlerle doluyor. Fiyatları Palamutbüküne rağmen daha makul. Özellikle, ortam pansiyon/ortam restaurantın yemekleri diğerlerine göre daha güzel.



Ovabükü-Hayıtbükü arası yürüyerek taş çatlasa 10 dakika. Yürüyüş yapmak için ideal bir parkur. Yol boyunca zeytin ağaçları, ahlat ve sakız ağaçları var. Yol kenarındaki ağaçlardan topladığım zeytinleri küçük bir pet şişeye koydum. İçinede su doldurup, Ankara’ya getirdim. Orda kaldığımız süre içinde suyunu değiştirdim. Ankara’ya geldiğimizde havanda zeytinleri kırıp suyunu değiştirmeye devam ettim. Şimdilerde daha sarı ve tadı daha hoş. Zeytini tadlandırmayı başardım galiba…





Palamutbükü yürünebilecek bir mesafede olmasa da arabayla o da 10 dakikalık bir mesafede ama yolu biraz kötü. Bana göre kötü… İki yerinde sağlam viraj var. Gece değil ama gündüz gözüyle o yollardan geçmek daha güzel. Palamut bükü, diğerlerine göre daha fazla yerleşim almış. Daha fazla nüfusu olan bir kasaba. Daha büyük bir koy. Yeğenim denizinin daha sakin olduğunu söylüyor. Sahili boyunca hemen bu lokantaların önünden denize girebileceğiniz, her keseye hitap edecek yemek yenebilecek lokantaları var. Ama tatilde olunca biraz olağanın dışına çıkmak istiyorsunuz. Yeni tatlar, özellikle deniz ürünlerini biraz daha fazla kaçırmak tercih nedeni oluyor. Bu yüzden Ovabükünden geldiğinizde Palamutbükü sahil yoluna çıktığınız zaman sola dönün. Erdinç’in yerini geçiyorsunuz. Biraz daha ileride Le jardin ve Dolfin güzel mekanlar..Ancak daha pahalı unutmayın.



Datça’ya ancak, dönmeden bir gün önce inebildik. Pazarına uğramadan Ankara’ya dönmeyi hiç düşünmedim. Ama yıllar önce bıraktığım gibi de bulamadım doğrusu. Herşeyi aslına uygun, o dokuyu koruyarak yeniden yapmayı bir türlü öğrenemedik. Yaparken bozmak bize mahsus. Ama herşeye rağmen yine de güzel.

Buralara kadar gelip Can Baba’yı anmamak olmaz tabii... Daha önce geldiğimizde Can baba’nın evine yakın, doğa pansiyonda kalmıştık. Nerdeyse sırt sırtaydı. Evi, daha o zaman lar müze değildi. Bu gelişimizden önce gazetede mezar taşını kırdıklarını okumuştuk. Sevenlerinin, yakınlarının Can baba’nın vasiyetini yerine getirmek için mezar taşına şarap döktüklerini bilselerdi yine yaparlar mıydı?

Can baba’yı tanıyan, bilen bir insan ancak bunu gülerek! karşılar… Onun okkalı bir küfürünü duyar gibiyim...

Tuhaflık

Ne tuhaf şey yaşamak
Ne tuhaf her tarafım
Titreye titreye titreye
Ne tuhaf ölüyorum
Tuhafiye dükkanıyım sanki
Tuhaf bir aşk kalmış içimde
Gözüm arkama tuhaf bakacak…

Can Yücel

T.C.'nin Temellerinin Atıldığı Kent, Amasya

İç Anadolu şehirleri beni şaşırtmaya devam ediyor. 4 Ağustos öğle üzeri yola çıktık. Akşam’a doğru uzun zamandır gitmek istediğimiz, Şehzadeler kenti Amasya’daydık. Hava kararmadan şehri gezmek için epey zamanımız vardı. Şehri gezmeye şehrin hemen girişinde gördüğümüz, Amasya Arkeoloji müzesinden başladık. Anadolu’nun her yerinden fışkıran, bu topraklar üzerinde yaşamış Hitit, Helen, Roma, Bizans, İlhanlı, Selçuklu ve Osmanlı eserlerini burada da gördük. Roma dönemi takılara bayıldım.

İlhanlı beyi, eşi ve çocuklarının mumyalarının 14. Yüzyıla ait olduğunu bilmek, yüzlerindeki ifadeler bizi çok etkiledi. Görmek gerek!

Amasya, Harşena dağı üzerinde kurulmuş. Kalesi ve Yeşilırmak nehri kıyısındaki “Yalıboyu” denilen yerde yer alan Osmanlı evleri, gerçekten çok güzel. Bu evlerden yine söz edeceğim. Arkeoloji müzesinden sonraki durak,



Bayezid kulliyesi ve Amasya kalesindeki Kızlar sarayı oldu. Kral mezarlarını gezemedik.

Ayaklarımızdaki sandaletlerin kayması, heyelan olabilir uyarıları ve kısa bir süre sonra havanın kararacak olması nedeniyle bir başka gelişimizde gezeriz diye erteledik. Ama kızlar sarayının olduğu yerde bulunan cafede kahvemizi yudumlayıp, şehre tepeden bakıp, içimize çektik. Coğrafi yapı olarak İspanya’nın Toledo kentine çok benzediğini okumuştum. Ben de bu görüşe katılıyorum.



Şehirde kalacak yer problemi yok. Güzel oteller var. Ayrıca, yalıboyundaki Osmanlı evlerini restore ederek pansiyonlar haline getirmişler. Hazeranlar konağı (Atatürk’ün kaldığı evmiş) müze olarak kullanılıyor. Evin planı, bizim Kütahya’da dedelerin, sonrasında da amcaların kaldığı evlere çok benziyor. Avluya açılan bir kapı, geniş bir sofa ve etrafında odalar, odalar da yüklükler… banyo kültüründen ziyade hamam kültürüne sahip olmamız belki zamanla bu yüklüklerden birini de banyo olarak kullanmaya itmiş. Ahşap işçiliklerin hiç kaybolmasını istemiyorum aslında. Emin efendi konağında güzel bir akşam yemeği yedikten sonra yalıboyunda yürüyüş... Şehir, akşam ışıklarında bir başka güzeldi.

Ertesi gün, güzergahımız ya Samsun olacaktı ya da Boraboy gölüne gidecektik. Ama bizde Ankaradan yorgunluk dizboyu olduğu için bu iki günlük gezide Boraboyla yetinmeye karar verdik. Yola çıkmadan Şehzadeler müzesini ve de Amasya genelgesinin imzalandığı tarihi binayı da gezdik tabii…

Osmanlı sultanlarının en bilinenleri Amasyada yetişmişler. Burada valilik yaptıktan sonra Osmanlı Devletine sultan olmuşlar. Yıldırım Bayezid, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuninin iki oğlu bunlar arasında… Ama en çok etkilendiğim yer, genelgenin imzalandığı o tarihi bina. İçindeki balmumu heykeller aslına çok uygun yapılmış gibi.. Capcanlı duruyorlar sanki!




Son durak Boraboy gölü…Amasyadan 1 saatlik bir yolculukla ulaşılıyor. Taşova ilçesi sınırları içinde. Bir heyelan gölü…Etrafı kayın, sedir, sarı çam ve kestane ağaçlarıyla kaplı. Yeşilin tüm tonları suya vurduğunda zümrüt gibi bir renk alıyor. Etrafında kamp yapılabilecek bungalovlar ve piknik yerleri mevcut. En derin yerinin 11 metre, denizden yüksekliğinin de 1050 m olduğu söyleniyor.Tam bir doğa harikası... Kıyısında belediyenin işlettiği bir tesis var. Gölden tutulan alabalıkların tadına bakın derim. Ama tereyağında pişirmelerini de mutlaka uyarın...






Biraz komik olacak ama Boraboy adının; göle giren ve yüzme bilmeyen birinin, bura boy... bora boy ... derken gölde boğulup gitmesi ve onun sonucunda bora boy'un zamanla boraboy'a dönüşmesi... mümkün mü? Şaka şaka... İki söylenti varmış. Birincisi Roma-Yunan Rüzgar tanrısı “Borais”ten gelmiş olduğu, ikincisi de Bora beyden gelmiş olabileceğiymiş.




Dönüş yolumuz üzerinde ladik gölü de var. Boraboy gölünden daha büyük. Sazlıklarla kaplı. Göçmen kuşların ve balıkların çoğalması için çok uygun. Gökyüzünde süzülen leylekler ve ismini bilmediğimiz yabanıl kuşları da izleyip Ankara-Samsun ana yoluna çıktık. Bu seferlerin daha çok olmasını, başka yeni yerler görmeyi dileyerek yola devam ettik.