Şehrin sembollerinden biri tren vagonlarından yapılmış dönme dolap
24/10/2012 tarihinde kurban bayramını fırsat bilerek uzun zamandır yapamadığımız tatile çıkma şansını yakaladık. Bir dostumuzun önerdiği tur şirketi, bize Viyana seyahatinin kapılarını açıverdi işte. Çok planlı değildi. Bu yüzden çok hazırlık yapamadık. Okuyup notlar alamadık. Şimdi gecikmeli de olsa bu dört günlük seyahatimizi rehberimizin (Holger Fertinger’in) anlatımları sırasında aldığım günlük notlarımı yazarak size aktarmaya çalışacağım.
Viyana'nın toplam 23 bölgesi var. Türkler bölge yerine 1. Viyana, 2. Viyana vb. adlandırıyorlarmış. Viyana, Tuna kıyısında kurulmuş eski bir yerleşim yeri. Romalılar Alman kabilelerine karşı burada, ilk üç bölgeyi kapsayan alanda Vindabona adında, bir garnizon şehri kurmuşlar. Roma-Germen imparatorluğu olmak üzere tüm Alman devlet ve imparatorluklarına başkent olmuş. Osmanlı imparatorluğu 2 kez kuşatmış. Moğollar yakıp yıkmış. Napolyon ele geçirmiş. II. Dünya savaşı sırasında da yerle bir edilmiş, yine yeniden ayağa kalkabilmiş. Viyana'nın merkezinin etrafında ring strasse denilen bir yol geçmekte. Ring strasse denilen bu caddenin olduğu yerde bir zamanlar şehrin etrafını saran surlar varmış. 1850'li yıllarda Osmanlının bir daha gelmeyeceğine inananlar tarafından surlar yıkılmış, şimdi yerinde geniş bir cadde var.
Tuna nehrinden bir görünüm
İlk gün, öğle saatlerinde Viyana’ya ulaştık. Bizi dost canlısı, İstanbul sevdalısı, zamanında ilk evliliğini bir Türkle yapmış rehber Holger Fertinger karşıladı. Yaklaşık 2,5 saatlik bir şehir turundan sonra land strassedeki otelimize geldik. Yeni yapılmış, temiz ve güler yüzlü personellere sahip. İlk gün gördüğümüz yerler arasında Belediye binası, Parlamento binası, Üniversite (Güzel Sanatlar Fakültesi), Belvedere sarayı, gibi
Opera binası
Opera binası, (1861’de yapılmış. İmparator beğenmediğini söyleyince mimarlardan biri intihar etmiş, diğeri de arkadaşının ölümünden on gün sonra kalp krizinden ölmüş.)
Belvedere Sarayından çeşitli görünümler
binaları Maria Hilf alışveriş caddesini görme şansını elde ettik. Son olarak Friedensreich Regentag Dunkelbunt Hundertwasser (15 Aralık 1928 - 19 Şubat 2000) Avusturyalı ressam ve mimarın yapmış olduğu evleri (Hundertwasser – yüz su) gördük. Sosyal konut olarak düşünülmüş. Tabanı dalgalı olan evin çatısı toprak ve çimenle kaplıymış. Odaların içinden yükselen ağaçların dalları pencerelerden dışarıya doğru uzanıyor. Binanın içinde 52 daire 4 ofis 16 özel teras ve toplamda 250 ağaç ve çalılık bulunmaktaymış. Hundertwasser Evi sadece Viyana’nın değil Avusturya’nın da en çok ziyaret edilen yerlerinden biriymiş.
Hundertwasser evlerinden çeşitli görünümler
O gün hızlı bir tur oldu. Otele geldiğimizde rehberin söylediği ilk şey “Viyana'da musluktan akan su, Alplerden gelen kaynak suyu, rahatça içebilirsiniz” idi. Bir kez şişe suyu alıp daha sonraki günlerde bu pet şişeyi kullanmamızı önerdi.
Şehirde bir yerden bir yere ulaşmak metroyla çok kolay. Metro işareti olarak U kullanılıyor. Doğal olarak trafik yoğunluğu az. Daldan dala geçeceğim ama 4. Viyana’da (Vieden) aristokratlar yaşıyormuş. Fakir semtlerinde hala evlerde bir tuvalet ve musluk yokmuş. Ortak tuvalet kullanıyorlarmış. Eski nesil hala yüksek kültürlüymüş. Savaş dönemini yaşayanlarla şimdiki jenerasyon arasında oldukça büyük farklar varmış. 3. bölgenin ismi Lunchstrasse, bu bölgede memur sınıfı aileler yaşıyormuş. 9. Viyana’da bütün fakülteler bulunuyormuş. 10. bölge işçi bölgesiymiş. Kiralar burada ucuz ve hayat daha renkliymiş. Viyana, yaşam kalitesi açısından Toronto ve Zurih ile yarışıyormuş.
Aynı günün akşamı klasik müzik konseri vardı. Ama benim kulak ağrım (menier) tuttuğu için konsere katılamadık. Ancak saat 20:30 gibi küçük bir uyku molasından sonra yemek için dışarıya çıkabildik. Stephan Platzdaki ya da Snt. Stephan katedraline (Stephan’s dome hem coğrafi, hem ruhi şehrin merkezi, Viyana’nın sembolü) yakın bir yerde “Apostellkeller” de şnitzel yemeye gittik. Öncelikle çok güzel bir ortam olduğunu söylemeliyim. Merdivenlerle mahzen gibi bir yere iniyorsun. Dekoru orta çağda bir meyhanede imişsin gibi sanki. Önce bir gulaş çorbası sonra şinitzel, salata ve yanında esmer bira tabii. Şinitzeli gerçekten çok güzel. Küçük bir müzik grubu da var. Çalınan müzikler kulağımızın pasını aldı gitti. Bizim Türk olduğumuzu anlayınca “Üsküdar'a giderken” ve “Samanyolu” şarkılarını da söylediler. Oradan çıkıp, İsmiyle ünlü Cafe Sacher’e gittik. Sacher turtasını tatmamak olmazdı di mi?
Apostellkeller'den çeşitli görünümler
2. gün yarım günlük Mayerling-Zigrod (Viyana Ormanları) turuna katıldık. Yolumuz üzerindeki ilk durağımız Viyana’ya yaklaşık 20 km uzaklıktaki Seegrotte. Avrupa'nın en büyük yer altı gölü buradaymış. Yerin 79 metre aşağısında. Kireç ocağı olarak açılmış. Bir patlama sonucu yer altındaki su kaynağının madeni doldurması sonucunda büyük bir yer altı gölü meydana gelmiş. Patlama sonucu hayatını kaybedenler için madende bir şapel var.
Seegrotte'den çeşitli görünümler
Geçmişte inşa edilmiş demir yolunu takip ederek dar tünelle yeraltı gölüne kadar iniliyor. Tüneller zaman zaman geniş odacıklara açılıyor. Bu odacıklar kör atları bağladıkları ahır, toplantı mekanı, Şapel (Snt. Barbara) ve fabrika olarak kullanılmış. II. Dünya Savaşında Nazilerin jet üretmeye çalıştıkları bu fabrika ilk jet fabrikası olarak tarihe geçmiş. Fabrika ve o döneme ait jet üretim parçaları hala aynı yerde korunmakta. Savaş sırasında yetiştirilemeyen jetler ancak savaşın sonunda hazır hale getirilmiş. Naziler II. Dünya Savaşı sırasında başarılı olsalardı, kim bilir dünya haritası belki de çok farklı olacaktı. Belki de hepimiz Almanca konuşuyor olacaktık.
İçerideki sıcaklık 9-12 derece arasında değişiyormuş. Bu nedenle, yazın temkinli gitmekte fayda var. Müze bölümlerinden aşağıya inildiğinde muhteşem renk cümbüşüyle karşılaşıyorsunuz. Güzel bir müzik eşliğinde Seegrotte Gölü’ne ulaşıyorsunuz. Sürekli bir su akışı var. Bu nedenle suyu sabit tutmak amacıyla pompalar sürekli çalıştırılıyormuş. Pompaların çalışmaması durumunda mağaranın suyla dolması elbet kaçınılmaz. Rehberin gösterdiği dev kayanın arkası önemli miktarda su barındıran, yer altı suyu kaynağının merkeziymiş. Kaza ile kayanın delinmesi, patlaması veya yıkılması halinde içeride hiçbir şeyin kalmayacağı söyleniyor.
Üç silahşörler filminin çekiminden sonra fantastik, oldukça güzel bir kayık hediye edilmiş. Bir kayıkla gölün üzerinde tura çıkmak mümkün. Kayıkta sessiz olmak ve denge problemi olduğu için çok hareket etmemek şart. Tur sonunda kayıktaki görevliye birkaç sent bahşiş vermek adettenmiş. Onları mutlu edermiş. :) Kayıktan hiç ses çıkmamasının sebebi ise elektrikle çalışması imiş.
Mayerling Av Köşkü
İkinci durak Mayerling faciası olarak tarihe geçen olayın geçtiği manastır. Eskiden kilise iken, İmparator Franz Joseph ve Bavyeralı Elizabeth (Sisi) `in oğlu Prens Rudolf, burayı av köşküne çevirmiş. Prens, ailesinin isteğiyle Belçika Prensesi ile evlendiğinde henüz 22 yaşındaymış. Sonra Barones Mary Vetsera ile tanışmış. Franz Joseph, ailesine karşı çok acımasız olan biriymiş ve oğlunun bu ilişkisini hiç onaylamamış. Birlikte gittikleri av köşkünde Rudolf ve Mary Vetsera`nın ölüsü bulunmuş, Mary henüz 17 yaşındaymış. Rudolf’un ölümü için ilk açıklama kalp kriziymiş, sonra intihar olduğu açıklanmış ama halk arasında babasının komplosu olduğuna dair söylentiler varmış. Frengiden öldükleri de söylentiler arasındaymış. Bu ölümler Habsburg hanedanlığı için gerçek bir facia olmuş. Habsburgların soyu oğul Rudolfun intiharıyla son bulmuş. Anne Elizabeth (Sisi) Bern’de ölmüş. Bu kilise şimdi Carmelita rahibelerinin manastırı olarak kullanılıyor. Carmelita rahibeleri katı kurallar içinde yaşarlarmış. Manastırı asla terketmez ve asla hiç kimseye gözükmezlermiş. Bizim orada olduğumuz saatlerde rahibeleri ne gördük ne de seslerini duyduk. Ancak, yaptıkları el işleri ve yiyecekler bu manastırın çıkışında satılıyor.
Avusturyalılar, doğal ormanları krallık zamanında bitirmişler. Var olan ormanlar sonradan ekilmiş. Avrupa’da toplam 13000 bitki türü varken, Türkiye’de 20000 bitki türü varmış. Şemsiye şeklindeki çamlar, Avrupa’nın en kuzey batısından İstanbul’a kadar uzanıyormuş.
Baden
Veba Anıtı
(Maria Theresa’nın babası 6. Karl veba zamanı hastaları tedavi etmiş. Vatikan onu kutsal ilan etmiş.)
Son durağımız Baden. Baden, sevimli bir şehir. Şehir statüsüne 1480 yılında kavuşmuş. Şehirde yaz-kış sıcaklığı 36 derece olan, kükürtlü termal suların bulunduğu 14 tesis varmış. Baden ilk resmi hamamın açıldığı yermiş. Viyana aristokrasisi buraya, kaplıcaya geliyormuş. Baden suya girmek demekmiş. Termal bölgeler, Avrupa’nın en pahalı bölgeleri imiş. Avrupa`nın en eski casino`su da bu şehirdeymiş. Beethoven`ın 9. senfonisini bestelediği, yaz günlerinde gelip kaldığı evini de Baden'de görebilirsiniz. Otobüsten indiğimizde küçük bir pazar karşımıza çıkıyor. Sergilenen meyve-sebzelerin görüntüsü çok hoş ama biraz pahalı. Çorba vb. yiyecekler de satılıyor. Öğlen yemeği için dar sokaklarda ilerlerken meydanda bir veba anıtı karşımıza çıkıyor. Baden ve yöresi aynı zamanda bir tatil yöresi. Schubert, Beethoven eserlerini burada meydana getirmişler. Badendeki kale soygun şövalyelerine aitmiş. Binlerce insan öldürmüşler.
Beethoven'ın 9. Senfoniyi bestelediği evi
Akşama Grinzing meyhanelerindeyiz. Keşke buraları gündüz gözüyle görseydim diyesim var. Holger, “Kahlenberg tepelerindeki Grinzing bağları 1800’lü yıllardan beri var” diyor . Viyana’nın merkezine yaklaşık 20 dakikalık uzaklıktaki bu bölge restoran olarak çalışan küçük şirin evleri ve bu evlerde üretilen şaraplarıyla meşhurmuş. Ben, beyaz şaraplarına bayıldım. Çorba, şinitzel, salata ve beyaz şarap, yemek sunumu keman ve akordeon eşliğinde yapılıyor. Kısa sürede küçük şirin ev doluveriyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde turdaki arkadaşlarla beraber kendimizi müziğe eşlik ederken buluveriyoruz. Bizi tur şirketi götürdü ama şehirden 38 numaralı otobüse binerek gitmekte mümkünmüş. Burası Viyana’nın en pahalı semtiymiş.
Üçüncü gün Bratislava (Viyana’ya yarım saat mesafede) ve Budapeşte’ye tur şirketi götürecekti ama onlar sayıyı tutturamayınca biz kendimiz Budapeşte’ye gitmeye karar verdik. Bunu ayrı bir sayfada anlatacağım. Ancak, gecesinde en iyi kafelerin bulunduğu Stephan Platz’daki Herrangasse turuncu duraktaki Cafe Central’e gittik. Sizlere de özellikle tavsiye edeceğim; pastaları muhteşem! Oryantalist, mistik bir havası var. Çok hoş ve tarihi bir mekan. 1901-1902 hem Stalin, hem Lenin, hem de Troçki ayrı ayrı zamanlarda gelip burada buluşmuşlar. Avusturya imparatoru Kayzer Joseph de bunları desteklemiş.
Dördüncü günü serbest zaman olarak değerlendirdik. Şehri yakından tanımak; malum, şehri yürüyerek dolaşmakla mümkün. Stephan Platz’ı bir kez daha dolaştık. Albertina müzesini maalesef ben tek başıma dolaştım. Bana katılmaları için bizimkileri kandırmak pek mümkün olmadı. Bir koleksiyonerin topladığı pek çok ünlü ressamın tablolarını görmek (Kle, Picasso, Van Gogh, Klimt, vb) beni zevkten dört köşe etti. Bu arada Uzak doğu mutfağını seviyorsanız, karnınızı doyurmak buralarda ucuz ve çok lezzetli.
Albertina Müzesi girişi
Son gün Stephan Platz
Akşama dönüş var. Önce İstanbul, sonra Ankaraaa