ALZHEIMER’LA YOLCULUK


Pamuğum, cumhuriyetimizle yaşıt. Çok küçük yaşta evlenmiş. Çok küçük yaşta anne olmuş. İlk çocukları ikizmiş. Anne olamayacak yaşta evlendirildiğinden olabilir, onları 8 aylık doğdukları için kaybetmiş. Sonra 3 çocuk sahibi daha olmuş. Sırasıyla ablam, abim ve ben. Şimdi tam 8 torun sahibi ama ikinci torunu Gönül'ü trafik kazasında kaybetti. Annemin ve bizlerin yürek acılarından biridir. Torunlarının  çocuklarını da gördü.


Torun Gönül 
Kızı, Dünürü, Torunu ve Torunun çocuğu

Böyle olunca cennetlik deniyor di mi? Söylenenlere göre Ava Gardner'a benzermiş. Herkesin annesi güzeller güzeli... Ama benim annem, kızıl saçlı muhteşem kadın... Keşke o dönemlere ait fotografları olsaydı da buraya koysaydım. Ben onun orta yaş dönemlerini daha iyi hatırlıyorum. Şimdi bile hala pürüzsüz bir cilde sahip... Yaşamı sürekli mücadelelerle geçmiş, geçti.. Asla pes etmemiş, etmedi.. Her şeyi yoktan var etti. Çok acılar çekti. Her şeyi içine attı. Kimseye gidip hayıflanmadı, ağlamadı. Sabır ve güç abidesi kısaca...

Sanırım 50'li yaşları



60'lı yaşlar



Uzun zamandır yazayım mı, yazmayayım mı diye gidip geliyorum.  Dillendirmek gerçekten çok zor… Aslında beni tanıyanlar, yaşamımı ya da yaşamımızı buna göre programladığımızı yakından bilirler. Çok şükür... Çevremde gerçekten bunun bir parçası olmayı kabul eden, destek olan insanlar var. Her birine buradan teşekkür etmek az bile… Annemin Alzheimer hastalığına yakalandığını öğrendiğimde ilk hissettiğim duygularım tek kelimeyle berbattı. Bir silindirin altında kalmış, minicik bir nokta gibiydim. Neden annem, neden ben diye sorgulamalar.. hastalığını kabullenmenin ve çevreye kabul ettirmenin zorluğu ve zaman zaman İSYAN… Bu isyanı durdurmak inanın çok zor... Burada duygularımı anlatmak istemiyorum. Sizleri üzmeyi asla istemem. Aynı şekilde bana üzülmenizi de istemem. Sabırla ve sevgiyle bu süreci atlatacağımıza inancım sonsuz.



Doktorun dediğine ve tomografi sonuçlarına göre annemin alzheimer nedeni daha önce geçirmiş olduğu küçük çaplı bir beyin kanaması imiş. Süreç içinde yaşadığımı sizlerle paylaşmak belki beni sağaltır diye düşünerek sizlere yazmayı deneyeceğim. Anneme ilk teşhis 2000 yılında konuldu. Başlangıcı belki 90’lı yılların sonları da olabilir. Fark etmemiz ve hastane dönemleri dediğim gibi 2000 senesi. Ben hemen fark ederim. Benden asla kaçmaz diye bakmak yanıltıcı olabiliyor, göremeyebiliyorsun. Tıpkı aile büyüklerinin yaşlandığını, bu arada bizlerin de yaş aldığını görmediğimiz görmek istemediğimiz gibi :) Aslında dikkatli bir gözün kaçıracağı davranışlar değil. Muhakkak fark ediliyor. Ama malum, insan annesine bu hastalığı yakıştıramıyor.  Uzun zamandır yemediğini söylediği yemeği üst üste yapması, bazı şeyleri saklayıp bulamaması, tanımadığı insanları ahbabı gibi görmesi, -çok şükür başına bir şey gelmedi ama- hatta bu kişileri içeri buyur etmesi gibi…

Bu anlattıklarımla ilgili çok anılarım var. :) Mesela her hafta sonu anneme gittiğimde gardırobunun darmadağın olduğunu görüp, toplamaya başladığımda mandalina, elma gibi meyvelerin yerlerini şaşırmış olduğunu görebiliyordum. Ya da bankadan çekmiş olduğu parasını farklı yerlere koyup döne döne araması, sonra beni de buna ortak ederek sarhoş oluncaya kadar dip köşe karıştırmamız inanın çok yorucuydu. Takma dişlerini temizlemeyi unutması, namazını abdestini eksik etmeyen annemin kişisel bakımını da artık üstlenmem gerektiği konusunda benim için bir mihenk taşı oldu. 

İlk yıllar daha kolay geçti. Kalça kırıklığı yaşamış olması nedeniyle artık evde bir yardımcısı vardı. Bu dönemde hayattan tamamen elini çekmemesi, becerilerini tamamen yitirmemesi için küçük işler veriyorduk. Bunları değişimli olarak önüne koyuyorduk. Canı sıkılınca elinden bırakıyordu. Bunları size tek tek yazacağım. Belki birilerine de merhem olur kim bilir? İnsan çaresiz kalınca  mutlaka çözüm buluyor.


Atkı ördürmek (Atkılarla sonradan battaniye yaptık),
Boyama kitapları alıp, çizgilerden taşırmadan boyatmak,
Tespih dizdirmek çünkü sayıyla dizilmesi gerekiyor… 
Sebze ve bakliyat ayıklatmak,
Sayı saydırmak, 
Resimleri ya da objeleri göstererek neler olduğunu teker teker hatırlatmak,
Hafıza oyunu oynatmak,
Kim olduğumuzu, yakınlık derecelerimizi sormak, albümden göstererek söyletmek gibi…

Hastalığının seyrine göre yaptıklarımızı üç aşağı beş yukarı sıraladım. İlk zamanlarda yemek yeme ve tuvalet problemimiz yoktu. Kendisi yiyip, içebiliyor, tuvalet ihtiyacını söylemek ne kelime; kendisi gidebiliyordu. Düzgün cümle kurmasında sorun yoktu. Kelime dağarcığı o zamanlar iyiydi. Zaman zaman hep beraber bir yerlere gitme şansımız vardı. Sadece bir kez evden kaçtı. Bu haliyle nasıl yapabildi, inanmak zor. Ama art arda yaşadığı 2. kalça kırığı ameliyatı ve safra kesesi taşları nedeniyle yapılan laparoskopi, hastalığının seyrini ilerletti. Aldığı her anestezi onu biraz daha geriye attı. İleri ki yıllarda yaşayacağı bir Carpel Tünel Sendromu ameliyatı da hepsine tuz biber oldu. Artık, mekan değişikliği, eve gelen, giden misafirler bile kafasını karıştırmaya yetiyordu. Huzursuzlanma, hırçınlaşma ve halisünasyonlar görmeye başladığı bu dönem  çok zordu. Doktorumuzun verdiği hapları artık  yutmuyor ya yerlere atıyor ya da radyatör petekleri arasına sıkıştırıyordu.   Başlangıçta reddettiğimiz, hiç vermediğimiz sakinleştiricileri (Bu ilaçları baştan vermememiz, hastalığının daha yavaş seyretmesine neden olmuş. Doktorumuz sonradan itiraf etti.) doktorumuzun önerisiyle vermeye başladık. Bu sefer ilaçlar solüsyon halinde verildiğinden vermek daha kolaydı. Tansiyon ilaçları tablet olduğu için yemeklere ezerek serpiyorduk.  Alzheimer ilaçlarını da meyve suları ya da tatlılarla vermeye başladık. Böylece atma ihtimalini ortadan kaldırdık.

Evreleri kesin kes ayırmak  güç. Şimdi 4. evredeyiz gibi… Yaklaşık 1 yıldır gece kalan bir yardımcımız daha var. Artık, Tuvalet mefhumu kalmadı. Yemeğini biz yediriyoruz. Biz yatırıyoruz. Biz kaldırıyoruz. Yemek yerken ağzına sert bir şey gelirse ekmek kabuğu, meyve kabuğu gibi şeyleri hemen çıkarıyor ya da tükürüyor. Yemek istemediğinde ağzını sıkıca kenetliyor. İnat ettiği zaman tek kişinin yerinden kıpırdatması, kaldırması çok zor. Sürekli sevgiyle yaklaşmak gerekiyor. Ters bir şey söylemek, onun tamamen kapanmasına neden oluyor. Öyle ki; ben annemden şimdiye kadar duymadığım, hiç bir zaman ağzından çıkmayan küfürleri, hakaretleri duyabiliyorum. Zapt etmek de zorlaşıyor. Yürütecini sağa sola sallayarak kendisine yardım edene zarar verebiliyor. Artık gündüz uykuları var. 11:30-12:00’den 15:00-15:30 kadar uyuyor. Nadiren düzgün cümle kurabiliyor. Kelimeler arasında bağlantı kurmak oldukça zor. Ama yine de biz yakınları olarak onun söylemek istediklerini kavrıyoruz sanırım. Hareketleri daha yavaş. Kaldırıp yürümesine yardım etmek destek almadan imkansız gibi. Minyon bir insan koca bir kütleye dönüşüyor.

Bunları yazarken çok zorlandım. Artık, daha fazla uzatmayayım. Paylaşmak doğru mu diye sorgulayanlarınız bile olabilir. Ancak, hastalık da, sağlık da hepimiz için.. Benim yaşadıklarım yaşansın istemem. Ancak, son sözüm benzer durumları yaşayanlara, okudukları zaman yalnız olmadıklarını bilmelerini isterim.


Oğullarıyla beraber Mustafa, Selçuk Gürel ve Ayhan Büyüksemerci


Özgen'in tabiriyle bizim kabile


Oğlu, büyük kızı ve torun çocukları


En büyük torunu, oğlu ve torun çocuklarıyla

Bir anekdot da torun Selçuk Gürel'den,

Anlatılacak o kadar çok anı var ki! Hangisini yazsam bilemiyorum. Ama sanırım herkesle keyifle paylaştığım bir durumu buraya koymak en iyisi olacak. Onunla birlikte geçirdiğimiz lise yıllarında eve ne kadar geç gelirsem geleyim salonda elinde uzun tespihi, başında beyaz tülbentiyle oturmuş sessiz sessiz televizyon seyrederken bulurdum. Yine öyle bir akşam geç bir saatte kapıyı anahtarla açıp eve girdiğimde babaannemi salonda, televizyonun hemen yanındaki yemek masasında dua okurken buldum. Selam verdim ama dua okuduğu için selamı başıyla kabul etti.  O anda, evde yalnız olduğu halde televizyonda bir yabancı maç seyrettiğini fark ettim. Maçların TRT'den gösterildiği o yıllarda benimle maç seyretmeye alışmıştı ama ben yokken de seyrediyordu işte! Kim atarsa atsın gollere sevinir, sert pozisyonlara üzülür, "pattak düştü", "tünledi"  gibi yorumlarıyla etkin katılımını ifade ederdi.

Çok geçmeden yeniden dua okuduğunu farkettim. Trabzon'un ve milli takımın maçlarında birlikte dua etme totemimiz vardı ama bu maç bizim maçımız değildi. Dayanamayıp ne yaptığını sordum:- Beyazlara dua ediyorum, dedi.- Babanne beyazlar kim biliyor musun? dedim- Bilmiyorum, onlar daha zayıf, diyerek son noktayı koydu.
Ağzından duayı eksik etmeyen "babannem" futbolda bile zayıfın, güçsüzün yanındaydı.




GAZİANTEP - KÜÇÜK BİR MOLA


Çok ani bir kararla, 2 Nisan Salı günü öğle üzeri çıkıp ve 3 Nisan Çarşamba gecesi döndüğümüz Gaziantep seyahatini gerçekleştirdik. Fransız işgaline karşı unutulmaz savunma hikayelerini dinlediğim, eşimin işi dolayısıyla gidip övgüyle söz ettiği Gaziantep’i görmeyi epeydir çok istiyorduk. Gümüş işlemeciliğini, rahibe işi dedikleri Antep işini, bakırcılar çarşısını, dokumacılığını, lezzetli yemeklerini, doğunun Parsi’i denen bu güzel şehrimizi çok merak ediyorduk. İleriki zamanlarda bu küçük turları, Mardin ve Urfa illeri içinde yapmayı düşünüyoruz. Kısa zamanda daha fazla yer görmek ve gezmek için seyahatin başında öncelik sırasına göre bir plan yapmak gerekiyor. Biz de bu kısa zaman diliminde görebileceğimiz en iyi yerleri gördük diyebilirim. Ama tekrar tekrar gidesim var…



Anadolu Evleri

Salı saat 13:00 gibi Gaziantep havaalanına indik. Havaalanından şehir merkezine gitmek Havaş otobüslerinin dolmasını beklemekten kaynaklanır bir gecikmeyle, saat 14:00’de kalacağımız otele vardık. Adı Anadolu Evleri olan otel, eski bir ermeni konağı imiş. Bir zamanlar sevilerek izlenen yabancı damat dizisi bu konakta çekilmiş. Gerçekten, Anadolu evleri gibi, bir avlunun etrafına sıralanmış 3 yapıdan oluşuyor. Dekorasyonu da çok güzel. Biriktirilmiş ya da oradan buradan alınmış aklınıza gelemeyecek ev eşyalarıyla dekore edilmiş. Örneğin; gırgırdan tutun, çeşitli modellerde elektrik süpürgeleri yan yana dizilmiş, eski bir radyo ya da çeşitli boylarda saatler gibi.


Anadolu Evlerinin İçinden bir görünüm

Otele çantamızı bıraktığımız gibi doğruca Zeugma müzesine gittik. Türkiye’de gördüğüm güzel müzelerden biri. Giderseniz sinevizyon gösterisini kaçırmayın derim. Müze planı ve içindeki mozaikler harika.  Ertesi gün göreceğimiz Belkıs harabelerinden taşınmış. (Belkıs harabelerine daha sonra tekrar döneceğim.) %30’unun çıkarılamadığı sular altında kaldığı söyleniyor.   Sadece mozaikler bile bu medeniyeti oluşturan insanların estetik açıdan çok gelişmiş, matematiği ve geometriyi iyi bilen insanlar olduklarını düşündürüyor. Diyagonal ve poligon olarak tasarlanmış mozaiklerin albenisi çok fazla. Çıkarılan Mars heykeli ve çingene kızı mozaiği de çok etkileyici. Aynen Mona Lisa’nın bakışları gibi, sanki sizi takip ediyor. Bu çizim şekline 3 çeyreklik bakış deniyormuş, onu da burada öğreniyorum. Çingene kızı mozaiğine resmedilen kişinin cinsiyeti, halen tartışma konusuymuş. Yer tanrısı ve tanrıların anası Gaia olduğuna dair görüşlerin yanı sıra, Büyük İskender olduğunu iddia eden görüşler de varmış. Gözlerindeki hüzün ve bakışlarındaki gizem, hala renklerinin canlılığını koruması onu muhteşem kılıyor.  Deniz tanrısı Poseidon ve Venüs’ün doğuşunun resmedildiği mozaik de keza ilk hatırımda kalanlardan.

Zeugma Müzesinden Görünümler








Deniz Tanrısı Posedion


Venüs'ün Doğuşu



Çingene Kızı


Mars Heykeli


Hedefimizde Zeugma müzesinden sonra kale'ye gitmek vardı. Ancak kaledeki dehlizlerden birinde çökme olmuş ve restorasyon çalışmaları varmış, o yüzden çıkamadık. Ama kale dibindeki bakırcılar çarşısından hemen sonra cam müzesini gezdik. Etnografik buluntular vardı. Cam eşyalar ve takılar, müze girişindeki Bulgar bir sanatçının iki enstalasyon çalışması, müzenin içinde hediyelik eşya satan kısım ve cam takı imalathanesi de ilgi çekici alanlardı. Mutfak müzesini mesai saatini geçirdiğimiz için gezemedik. Yorgunluk kahvesi için Tahmis kahvesini ararken Gümrük Han’daki Seddar beyin fincanda pişen iki renkli Osmanlı dibek kahvesini keşfettik. Bence Tahmis kahvesini geçer. Muhteşem bir aroma ve tat… Yanında minik lokumlarla ikram ediliyor. Sahipleri son derece misafirperver, yardımsever insanlar.

Bakırcılar Çarşısında Ege ve ben


Bulgar Sanatçının Enstalasyonu



Cam Eşya ve Takılar 


Yaşayan Müze, Gümrük Han'ın ikinci ismi.  Belediye tarafından  desteklenen  zanaatkarların ve ev hanımlarının yöre el işlerini yapıp sergiledikleri bir mekan. Yemenici Hayri Usta da onlardan biri. Hayri usta hakkın rahmetine kavuşmuş ama oğlu Orhan Çakıroğlu hala baba mesleğine devam ediyor. Hayri usta oğluna, arkadaşı Mehmet (Sağır ekmekçi) ustaya kol kanat germesini vasiyet etmiş, o da bazı günler dükkana gelip burada yemeni yaparmış. Bizim de şansımız yaver gitti. Çarşamba günü o da oradaydı.  Bir insanın sevgiyle, sabırla çalıştığına tanık olduk. Yemeninin altını manda derisinden, saya kısmını dana veya keçi derisinden, iç astar kısmını da koyun veya oğlak derisinden yaparlarmış. Kutnu ve Antep işi denilen dokumalar da ince iş… sabır ve sevgi gerektiriyor.



Gümrük hanında ben

Mehmet Sağırekmekçi Çalışırken



Yemeniler

İmam Çağdaş’daki garsonun dediğine göre; Kenan Evren, “İstanbul’da gözünü, Ankara’da kulağını, Gaziantep’te de ağzını açacaksın.” demiş. Onun sözüyle pek hareket edilmez ama bu konuda biz de öyle yaptık. Hem daha önce tavsiye edildiği, hem de kaldığımız yere yakın olması nedeniyle akşam yemeği için ilk tercihimiz, İmam Çağdaş oldu. Çok isabetli davranmışız. Diyette olmama rağmen kuşbaşılı Ali Nazik kebabını ve cevizli gavur dağı salatasını afiyetle yedim. Nefisti gerçekten. Gidecek olursanız ısrarla öneririm. Yemekten sonra kızım ve eşim tatlı yemek istedi. Her tarafta Güllüoğlu tatlıcılarını görmek mümkün. Ama Ömer Güllüoğlu’nun da, Nevzat Güllüoğlu’nun da hem baklavası hem de bülbülyuvası çok güzelmiş. Ben tatmadım. Eşim ve kızım mideleri hiç yanmadığı için pek mutlu ayrıldılar. Özendim dersem yalan olur valla. Tatlıdan sonra üstüne ne iyi gider, kahve tabii değil mi? Tahmis kahvesi dedikleri nasıl bir yermiş, kahvesi nasılmış derken yürüyüş mesafesinde olduğunu öğrendik. Mekan çok şirin. Kadınlar ve erkekler asma katta duman altı bir yerde beraber oturabiliyorlar. Ama alt kat erkeklere ait. Ne demekse! Bu kurala itiraz edip aşağıda kalmayı başardık. Aramıza bizden sonra bir aile daha katıldı. Küçük yerlerde böyle sıkıntılar olur diyeceğim ama Gaziantep büyükşehir konumuna ulaşmış bir şehrimiz. Üstelik adı sanı olan bir kahveci!



Ertesi gün yani Çarşamba günü otelin ayarladığı taksiyle (Özcan beyin kullandığı) önce yeni Halfeti’ye sonra Fırat nehri kıyısındaki eski Halfeti’ye geçtik. Giderken yaşadıklarımızı burada anlatmayacağım. Çünkü müthiş geriliyorum. Eski Halfeti’nin bir kısmı sular altında kalmış, nehir kıyısında şirin bir kasaba. Arazileri Sular altında kalan toprak sahiplerine Yeni Halfeti’de bir yer, gitmeyenlere de yanlış hatırlamıyorsam devlet tarafından 7 yıl boyunca yılda bir kez olmak üzere 500 TL (Beşyüz TL)  para ödeniyormuş.  Çok bereketli topraklar... Yol boyunca zeytin ve fıstık ağaçları dolu. Pamuk yetiştiriciliği de yapılıyormuş. Özcan beyin Eski Halfeti’den ayarladığı Nurettin kaptanın teknesiyle Fırat üzerinde küçük bir tur attık. Giderken hava iyiydi. Soğuğu pek hissetmedik ama dönüşte aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Rum kalenin dibinden geçip, savaşan köyde bir çay molası verdik. Çay bahçesini işletenler  bu araziler sular altında kalmadan önce Akdeniz ikliminde yetişen her tür meyvenin (Nar, incir, şeftali, elma, kayısı, vb.) burada yetiştirildiğini söyledi. Cami, (sadece minaresi gözüküyordu.) okul binasına ait lojmanlar ve bir sürü ev, Birecik barajına su toplanması nedeniyle sular altında kalmış.


Rum Kale'den görünümler


Savaşan Köy


Eski Halfeti'den bir görünüm


Rum Kale 




Savaşan Köyden Görünümler

Dönüşte Birecik barajı kıyısındaki, Mozaikleriyle ünlü antik kent Zeugma’ya gittik. Gaziantep’in Nizip ilçesine 10 km uzaklıktaki Belkıs Köyü eteklerinde kurulmuş. M.Ö. 300 yıllarında Büyük İskender tarafından Selevkia Eupharets adı verilerek kurulan kent Kommagene krallığının 4. büyük kenti imiş. Şehir, Roma imparatorluğunun eline geçtikten sonra köprü anlamına gelen şimdiki adı Zeugma olarak anılmaya başlanmış. İpek yolu üzerinde önemli bir liman kentiymiş. Roma imparatorluğunun doğu sınırında askeri ve ticari açıdan stratejik öneme sahip dünyanın en büyük, en zengin kentlerinden biri olmuş. Zengin halk, Fırat manzaralı villalar inşa etmişler.  Şimdiki boğaz manzaralı gökdelenler, göl manzaralı beton bloklar gibi. :) Mozaikler, villaların sığ havuzlarına, çeşme ve odaların tabanına yapılmış. Duvarları fresklerle bezeli, geniş pencereleri olan bu villalar heykel ve heykelciklerle de süslüymüş. Müzenin girişindeki sinevizyon gösterisinden bu bilgileri 3 boyutlu olarak hem duyarak hem de görerek öğrenebiliyorsunuz.




Belkıs

Zeugma, kazı çalışmaları A, B, C olarak üç bölümde inceleniyormuş. Villaların ve çarşıların bulunduğu A ve B bölümleri Birecik barajının suları altında kalmış. Su altında kalmayan C bölümünde bulunan villaları, tiyatroyu, sütunlu caddeleri, hamamı, agorayı ve tapınağı gün yüzüne çıkarmak için kazı çalışmaları devam ediyor. Kazıyı yapanlar Bizim üniversitenin (DTCF) arkeoloji bölümü :)

Öğlen yemeğimizi bu sefer Aşina sofrasında yedik. Lokantadan herhalde uzun süre et yemeyiz diyerek çıktık. İkinci önerimiz, doğal olarak burası olacak. Yemek sonrası hazmetmek için yürümek farz oldu tabii. Bir zamanlar ermeni mahallesi olarak bilinen bey mahallesine gittik. Taş binaları olduğu gibi korumaları çok güzel. Daha çok gençlere hitap eden kafelere dönüştürülmüş. Ama butik oteller haline gelmesi bence tam bir cazibe merkezi olmasına neden olur. Yine araya kafeler serpiştirilebilir. Gaziantepliler, eski belediye başkanları Celal Doğan’ı pek unutmamışlar gibi. Son zamanlarda Suriye’den gelenlere de pek sıcak bakmıyorlar. Türkiye genelinde yapamamışlar ama Gaziantep’teki emeklilerin maaşından bunlara verilmek üzere 100 TL kesilmiş. Şimdi geri alabilmek için uğraşıyorlarmış. Alınan maaşları düşünecek olursanız 100 TL hiç az para değil!

Ayrıca buraya not düşmekte fayda görüyorum. Zeugma müzesinden bakıldığında görevli, uzun bir alanı göstererek anlatmıştı. Müzeden bakıldığında neredeyse tam karşınıza denk geliyor. “Şu tepeden, bayrağımızın dalgalandığı yere kadar;  milli mücadele zamanında yeraltına karınca yuvası gibi tüneller yapılmış ve  birbirine bağlanmış.  Şahinbey anıtı ve savaş müzesi görülmeye değer yerler arasında" dedi.
  
Bildiğiniz gibi Gaziantep önce İngilizlerin daha sonra Fransızların işgali altında kalmış. İngilizler taslarını, taraklarını alıp, çekip gittikleri zaman halk çok sevinmiş. Ama arkasından Fransızların 1 Nisan 1919 tarihinde Antep’i işgal etmesinden sonra, 1920 yılının Nisan ayı başında Türk Milli Kuvvetleri kentte bir ayaklanma başlatarak Fransızlara karşı direnişe geçmiş. Şehrin denetimini ele geçirerek Fransız askerlerini Antep’ten çıkartmış. Bunun üzerine Fransa Suriye'den de getirdiği yeni kuvvetlerle Antep şehrini kuşatmış. 10 ay süren kuşatma sırasında Antep'e erzak ve mühimmat yardımı yapılamadığı için  şehirde açlık ve susuzluk en üst seviye çıkmış. Silahlı mücadeleden değil ama açlık ve susuzluk nedeniyle 9 Şubat 1921 tarihinde şehir, Fransız birliklerine teslim olmak zorunda kalmış.

Batı Cephesi'nde Yunanlılara karşı Sakarya Meydan Muharebesi'nin kazanılmasından sonra imzalanan Ankara Antlaşmasıyla Fransızlar bölgeyi geri vermiş.

Kurtuluş savaşında yaşanılan kahramanlıkları, ya aile büyüklerinizden (ben bir Ege'li olarak anneannemden çok dinledim) ya okuduklarınızdan ya da izlediğiniz filmlerden eminim hatırlarsınız! Duyduğum ve çok etkilendiğim bir hikayeyi yeri gelmişken ben de burada anlatayım istedim. İşgal altındayken Fransız askerleri, gündüz neşe içinde oyun oynayan çocukları görüyor ve “Her evden birkaç cenaze çıkmasına rağmen  bu çocuklar  nasıl  bu kadar neşeli olabiliyorlar"  diye şaşırıyorlarmış. Bir gün  Fransız askerlerinden biri çocukların yerden bir şeyler topladıklarını fark etmiş. Çocuklardan birini yakalamış. Çocuğun avuçlarında boş mermi kovanları varmış. Sormamış  ama çocukların  gündüz boş mermi kovanlarını tek tek toplayıp ailelerine verdiklerini, yetişkinlerin ise gece onlara barut doldurarak tekrar cephane olarak kullandıklarını  anlaması uzun sürmemiş.

Bunlar bizim kültürümüz...bu öykülerden kim bilir kaç türkü, kaç roman vb. çıkmıştır. Burada savaş çığırtkanlığı yapmıyorum. Ama bu ülkenin toprakları için ne canların gittiğini, ne yokluklar çekildiğini; milli mücadelenin çoluğuyla çocuğuyla, yaşlısıyla genciyle gerçekleştirildiğinin unutulmaması, unutturulmaması lazım.

Gaziantep'i ve insanlarını çok sevdim. Gerçekten çok özel ve güzel insanlar...

BUDAPEŞTE


Evet nihayet Budapeşte … Aslında Budapeşte’yi anlatmak için çok yeterli olduğumu düşünmüyorum. Çünkü bir şehri anlatmak için yarım günlük tur ne kadar yeterli olabilir ki! Ama gördüğünüz gibi yine de günlüğüme not düşmeden edemiyorum. Oralara muhakkak bir daha yol düşürmeli. 
Viyana turunun 3. Günü Westbahnhof istasyonundan railjet’le yola çıktık. Trende oturmayı umut ederken ancak, daha önce rezervasyon yaptırabilenlerin koltukta oturarak gidebildiklerini keşfettik. Bu bize kötü bir sürpriz oldu. 3 saatlik yolculuk, yol boyunca inecek olanların yerlerini gözlemekle geçti. Dolayısıyla zor bir yolculuk oldu. Ayrıca tren çok kalabalık ve bizim gibi insanlarla doluydu. Hatta Dil Tarihten bir arkadaş ve eşiyle de karşılaştık. Onlar da bizim gibi ayakta gidenlerdendi.
Öğle saatlerinde Budapeşte merkez istasyonundaydık. Ana kapısından da anlaşılacağı üzere imparatorluk  zamanına ait,  küçük ve bakımsız,   hatta biraz yıkık dökük. Bizim Haydarpaşa ve Ankara’daki tren garı arası bir yer. Ama detaylarda güzellikler de saklı. Rölyefler ve içerideki varak süslemeler ayrı bir güzellik yaratıyor.






Merkez İstasyondan görüntüler

İstasyonlarında ve meydanlarında, sefil görünümlü gariban insanlar ve alkolikler var.  Metro ve tramvaylar ise, oldukça köhne. Belki boyayıp cilalasalar bu rahatsız edici bir durum olmaktan çıkacak  hatta bir güzelliğe dönüşecek. 

O kadar çok gezilecek yer var ki; ama biz tercihimizi buda kalesi yönünde yaptık. Buda kenti 1541 yılında Türkler tarafından alınmış. Yaklaşık 140 yıl Türklerin elinde kalmış. Osmanlı yönetimi kentte medreseler, mektepler yaptırmış, kültürel hayatı zenginleştirmiş. Osmanlı'nın izlerini hala burada görmek mümkün. Şehri gezmek için metro haritası ihtiyacımızı istasyondaki turizm information bürosundan sağladık. Buda kalesine gitmek için metroya binip - durak ismi sormayın, çünkü hatırlamıyorum - bir istasyonda indik. 




Baharatçıların, sabuncuların vs olduğu geniş bir alandan geçerek nehir boyunca zincir köprüye kadar yürüdük. Zincir köprü 1849 yılında yapılmış. Köprü, döneminin ve bugünün güzel bir mimari yapısı. 
Manzara çok güzel… Hava da çok güzel. Yürümeye devam dedik. Köprüyü geçip Fünikülerle kaleye çıktık. Kaleye çıkmak için tramvay da bir seçenek.  Manzara yine muhteşem… 




Fünikülerle kaleye çıkıyoruz






Zincir (Szechenyi Lanchid) köprüden görüntüler

Tuna nehri, şehri ikiye ayırmış. Buda ve Peşte olarak. Nehir berrak olmasa da bir gerdanlık gibi… Buda  kalesi içinde tarihi yapılar, eski semtler var. Buda tarafındaki şehir, bir tepe üzerine kurulu, Orta çağdan kalma yerleşim yerlerinden biri. İki bölüme ayrılmış Kraliyet sarayı, güney tarafında, 15.yüzyılda, orjinal kalenin olduğu yerde inşa edilmiş. Kale duvarları halen mevcut. Ulusal Müze olarak kullanılıyor.




Sarayın bahçesinden

Sarayın, bahçesinde gezinip, bol bol fotoğraf çekmek mümkün.  Sarayın yapımı orta çağda başlamış. Moğol istilası ve Osmanlıların buraya hükmettiği dönemde saray epey şekil değişikliğine uğramış. Budapeşte'nin yeniden yapılanması sırasında önemli rönesans sanatçıları tarafından tekrar zenginleştirilmiş. Maria Theresa zamanında 203 odası varmış. Bu odaların her birinde devamlı sıcak ve soğuk su akan bir tesisat varmış. Ayrıca önemli gün ve bayramlarda sarayın çeşmelerinden şarap akarmış. I. Dünya savaşında, Alman saldırısı sırasında büyük zarar görmüş. 1950'lerde restorasyona başlanmış. Sarayın bugünkü hali geçmişteki halinden oldukça gerideymiş. Bir kez daha söyleyeyim,  muhteşem Peşte manzarasının tadına doyum olmuyor. Parlamento binası uzaktan bir maket gibi görünüyor. Tepenin kuzey tarafında Matyas Katedrali ve meydanı var.
Katedral, 12. yüzyılda inşa edilen kilisenin kalıntıları üzerine 19. yüzyılda tekrar inşa edilmiş. Moğol istilası sırasında büyük ölçüde yıkılmış. Osmanlı egemenliği sırasında cami olarak kullanılmış.  Kule içinde katedrale adını veren kral Matyas'ın kalkanının bir kopyasını görmek mümkün. Orjinal kalkan ise kilisenin içinde sergileniyor. Kral Matyas, bu kilisede iki kez evlenmiş, Macaristan’ın en popüler  krallarından.  Bu alan, bölgenin merkezi.  Burada küçük hediyelik eşyalar alınabilecek küçük, şirin dükkanlar mevcut. Ama bizim için zaman kısa işte… Ya alışveriş ya da gezmek olunca, tercih hep gezmek görmekten yana.






Matyas katedrali ve çevresi

Bir kanat çırpışı süresince geziverdik sanki. Saat 17:10’daki trene yetişmek için yine aynı güzergahı izleyerek tuna kıyısına indik. Peşte’ye geçip bu sefer bir taksiyle  istasyona gittik. Budapeşte öyle pahalı bir kent değil. Bir daha ki sefere Prag’ı da dahil ederek buralarda kalmak özellikle kaplıcalarını da görmek çok hoş olur. Ya da hep yeni yerler, keşfetmek mi acaba .....