Çok ani bir kararla, 2 Nisan Salı günü öğle üzeri çıkıp ve 3 Nisan Çarşamba
gecesi döndüğümüz Gaziantep seyahatini gerçekleştirdik. Fransız işgaline karşı
unutulmaz savunma hikayelerini dinlediğim, eşimin işi dolayısıyla gidip övgüyle
söz ettiği Gaziantep’i görmeyi epeydir çok istiyorduk. Gümüş işlemeciliğini,
rahibe işi dedikleri Antep işini, bakırcılar çarşısını, dokumacılığını,
lezzetli yemeklerini, doğunun Parsi’i denen bu güzel şehrimizi çok merak
ediyorduk. İleriki zamanlarda bu küçük turları, Mardin ve Urfa illeri içinde
yapmayı düşünüyoruz. Kısa zamanda daha fazla yer görmek ve gezmek
için seyahatin başında öncelik sırasına göre bir plan yapmak
gerekiyor. Biz de bu kısa zaman diliminde görebileceğimiz en iyi yerleri gördük
diyebilirim. Ama tekrar tekrar gidesim var…
Anadolu Evleri
Salı saat 13:00 gibi Gaziantep havaalanına indik. Havaalanından şehir merkezine gitmek Havaş otobüslerinin dolmasını beklemekten kaynaklanır bir gecikmeyle, saat 14:00’de kalacağımız otele vardık. Adı Anadolu Evleri olan otel, eski bir ermeni konağı imiş. Bir zamanlar sevilerek izlenen yabancı damat dizisi bu konakta çekilmiş. Gerçekten, Anadolu evleri gibi, bir avlunun etrafına sıralanmış 3 yapıdan oluşuyor. Dekorasyonu da çok güzel. Biriktirilmiş ya da oradan buradan alınmış aklınıza gelemeyecek ev eşyalarıyla dekore edilmiş. Örneğin; gırgırdan tutun, çeşitli modellerde elektrik süpürgeleri yan yana dizilmiş, eski bir radyo ya da çeşitli boylarda saatler gibi.
Otele çantamızı bıraktığımız gibi doğruca Zeugma müzesine gittik. Türkiye’de gördüğüm güzel müzelerden biri. Giderseniz
sinevizyon gösterisini kaçırmayın derim. Müze planı ve içindeki mozaikler harika. Ertesi gün göreceğimiz Belkıs
harabelerinden taşınmış. (Belkıs harabelerine daha sonra tekrar döneceğim.)
%30’unun çıkarılamadığı sular altında kaldığı söyleniyor. Sadece mozaikler bile bu medeniyeti oluşturan
insanların estetik açıdan çok gelişmiş, matematiği ve geometriyi iyi bilen
insanlar olduklarını düşündürüyor. Diyagonal ve poligon olarak tasarlanmış mozaiklerin
albenisi çok fazla. Çıkarılan Mars heykeli ve çingene kızı mozaiği de çok etkileyici.
Aynen Mona Lisa’nın bakışları gibi, sanki sizi takip ediyor. Bu çizim şekline 3
çeyreklik bakış deniyormuş, onu da burada öğreniyorum. Çingene kızı mozaiğine
resmedilen kişinin cinsiyeti, halen tartışma konusuymuş. Yer tanrısı ve
tanrıların anası Gaia olduğuna dair görüşlerin yanı sıra, Büyük İskender
olduğunu iddia eden görüşler de varmış. Gözlerindeki hüzün ve bakışlarındaki
gizem, hala renklerinin canlılığını koruması onu muhteşem kılıyor. Deniz tanrısı Poseidon ve Venüs’ün doğuşunun
resmedildiği mozaik de keza ilk hatırımda kalanlardan.
Hedefimizde Zeugma müzesinden sonra kale'ye gitmek vardı. Ancak kaledeki
dehlizlerden birinde çökme olmuş ve restorasyon çalışmaları varmış, o yüzden
çıkamadık. Ama kale dibindeki bakırcılar çarşısından hemen sonra cam müzesini
gezdik. Etnografik buluntular vardı. Cam eşyalar ve takılar, müze girişindeki
Bulgar bir sanatçının iki enstalasyon çalışması, müzenin içinde hediyelik eşya
satan kısım ve cam takı imalathanesi de ilgi çekici alanlardı. Mutfak müzesini
mesai saatini geçirdiğimiz için gezemedik. Yorgunluk kahvesi için Tahmis
kahvesini ararken Gümrük Han’daki Seddar beyin fincanda pişen iki renkli
Osmanlı dibek kahvesini keşfettik. Bence Tahmis kahvesini geçer. Muhteşem bir
aroma ve tat… Yanında minik lokumlarla ikram ediliyor. Sahipleri son derece
misafirperver, yardımsever insanlar.
Yaşayan Müze, Gümrük Han'ın ikinci ismi. Belediye tarafından desteklenen zanaatkarların ve ev hanımlarının yöre el işlerini yapıp sergiledikleri bir mekan. Yemenici Hayri Usta da onlardan biri. Hayri usta hakkın rahmetine kavuşmuş ama oğlu Orhan Çakıroğlu hala baba mesleğine devam ediyor. Hayri usta oğluna, arkadaşı Mehmet (Sağır ekmekçi) ustaya kol kanat germesini vasiyet etmiş, o da bazı günler dükkana gelip burada yemeni yaparmış. Bizim de şansımız yaver gitti. Çarşamba günü o da oradaydı. Bir insanın sevgiyle, sabırla çalıştığına tanık olduk. Yemeninin altını manda derisinden, saya kısmını dana veya keçi derisinden, iç astar kısmını da koyun veya oğlak derisinden yaparlarmış. Kutnu ve Antep işi denilen dokumalar da ince iş… sabır ve sevgi gerektiriyor.
Bakırcılar Çarşısında Ege ve ben
Bulgar Sanatçının Enstalasyonu
Cam Eşya ve Takılar
Yaşayan Müze, Gümrük Han'ın ikinci ismi. Belediye tarafından desteklenen zanaatkarların ve ev hanımlarının yöre el işlerini yapıp sergiledikleri bir mekan. Yemenici Hayri Usta da onlardan biri. Hayri usta hakkın rahmetine kavuşmuş ama oğlu Orhan Çakıroğlu hala baba mesleğine devam ediyor. Hayri usta oğluna, arkadaşı Mehmet (Sağır ekmekçi) ustaya kol kanat germesini vasiyet etmiş, o da bazı günler dükkana gelip burada yemeni yaparmış. Bizim de şansımız yaver gitti. Çarşamba günü o da oradaydı. Bir insanın sevgiyle, sabırla çalıştığına tanık olduk. Yemeninin altını manda derisinden, saya kısmını dana veya keçi derisinden, iç astar kısmını da koyun veya oğlak derisinden yaparlarmış. Kutnu ve Antep işi denilen dokumalar da ince iş… sabır ve sevgi gerektiriyor.
Gümrük hanında ben
Mehmet Sağırekmekçi Çalışırken
Yemeniler
İmam Çağdaş’daki garsonun
dediğine göre; Kenan Evren, “İstanbul’da gözünü, Ankara’da kulağını,
Gaziantep’te de ağzını açacaksın.” demiş. Onun sözüyle pek hareket edilmez ama bu konuda biz de öyle yaptık. Hem daha önce tavsiye
edildiği, hem de kaldığımız yere yakın olması nedeniyle akşam yemeği için ilk
tercihimiz, İmam Çağdaş oldu. Çok isabetli davranmışız. Diyette olmama rağmen kuşbaşılı
Ali Nazik kebabını ve cevizli gavur dağı salatasını afiyetle yedim. Nefisti
gerçekten. Gidecek olursanız ısrarla öneririm. Yemekten sonra kızım ve eşim
tatlı yemek istedi. Her tarafta Güllüoğlu tatlıcılarını görmek mümkün. Ama Ömer
Güllüoğlu’nun da, Nevzat Güllüoğlu’nun da hem baklavası hem de bülbülyuvası çok
güzelmiş. Ben tatmadım. Eşim ve kızım mideleri hiç yanmadığı için pek mutlu
ayrıldılar. Özendim dersem yalan olur valla. Tatlıdan sonra üstüne ne iyi gider,
kahve tabii değil mi? Tahmis kahvesi dedikleri nasıl bir yermiş, kahvesi
nasılmış derken yürüyüş mesafesinde olduğunu öğrendik. Mekan çok şirin. Kadınlar
ve erkekler asma katta duman altı bir yerde beraber oturabiliyorlar. Ama alt
kat erkeklere ait. Ne demekse! Bu kurala itiraz edip aşağıda kalmayı başardık.
Aramıza bizden sonra bir aile daha katıldı. Küçük yerlerde böyle sıkıntılar
olur diyeceğim ama Gaziantep büyükşehir konumuna ulaşmış bir şehrimiz. Üstelik
adı sanı olan bir kahveci!
Ertesi gün yani
Çarşamba günü otelin ayarladığı taksiyle (Özcan beyin kullandığı) önce yeni
Halfeti’ye sonra Fırat nehri kıyısındaki eski Halfeti’ye geçtik. Giderken
yaşadıklarımızı burada anlatmayacağım. Çünkü müthiş geriliyorum. Eski Halfeti’nin
bir kısmı sular altında kalmış, nehir kıyısında şirin bir kasaba. Arazileri
Sular altında kalan toprak sahiplerine Yeni Halfeti’de bir yer, gitmeyenlere de
yanlış hatırlamıyorsam devlet tarafından 7 yıl boyunca yılda bir kez olmak
üzere 500 TL (Beşyüz TL) para ödeniyormuş. Çok bereketli topraklar... Yol boyunca zeytin ve
fıstık ağaçları dolu. Pamuk yetiştiriciliği de yapılıyormuş. Özcan beyin Eski
Halfeti’den ayarladığı Nurettin kaptanın teknesiyle Fırat üzerinde küçük bir
tur attık. Giderken hava iyiydi. Soğuğu pek hissetmedik ama dönüşte aynı şeyi
söyleyemeyeceğim. Rum kalenin dibinden geçip, savaşan köyde bir çay molası
verdik. Çay bahçesini işletenler bu
araziler sular altında kalmadan önce Akdeniz ikliminde yetişen her tür meyvenin
(Nar, incir, şeftali, elma, kayısı, vb.) burada yetiştirildiğini söyledi. Cami,
(sadece minaresi gözüküyordu.) okul binasına ait lojmanlar ve bir sürü ev, Birecik barajına su toplanması nedeniyle sular altında kalmış.
Dönüşte Birecik barajı
kıyısındaki, Mozaikleriyle
ünlü antik kent Zeugma’ya gittik. Gaziantep’in Nizip ilçesine 10 km uzaklıktaki
Belkıs Köyü eteklerinde kurulmuş. M.Ö. 300 yıllarında Büyük İskender tarafından
Selevkia Eupharets adı verilerek kurulan kent Kommagene krallığının 4. büyük
kenti imiş. Şehir, Roma imparatorluğunun eline geçtikten sonra köprü anlamına
gelen şimdiki adı Zeugma olarak anılmaya başlanmış. İpek yolu üzerinde önemli
bir liman kentiymiş. Roma imparatorluğunun doğu sınırında askeri ve ticari
açıdan stratejik öneme sahip dünyanın en büyük, en zengin kentlerinden biri
olmuş. Zengin halk, Fırat manzaralı villalar inşa etmişler. Şimdiki boğaz manzaralı gökdelenler, göl manzaralı
beton bloklar gibi. :) Mozaikler,
villaların sığ havuzlarına, çeşme ve odaların tabanına yapılmış. Duvarları
fresklerle bezeli, geniş pencereleri olan bu villalar heykel ve heykelciklerle
de süslüymüş. Müzenin girişindeki sinevizyon gösterisinden bu bilgileri 3
boyutlu olarak hem duyarak hem de görerek öğrenebiliyorsunuz.
Zeugma, kazı
çalışmaları A, B, C olarak üç bölümde inceleniyormuş. Villaların ve çarşıların
bulunduğu A ve B bölümleri Birecik barajının suları altında kalmış. Su altında
kalmayan C bölümünde bulunan villaları, tiyatroyu, sütunlu caddeleri, hamamı,
agorayı ve tapınağı gün yüzüne çıkarmak için kazı çalışmaları devam ediyor. Kazıyı
yapanlar Bizim üniversitenin (DTCF) arkeoloji bölümü :)
Öğlen yemeğimizi bu
sefer Aşina sofrasında yedik. Lokantadan herhalde uzun süre et yemeyiz diyerek
çıktık. İkinci önerimiz, doğal olarak burası olacak. Yemek sonrası hazmetmek
için yürümek farz oldu tabii. Bir zamanlar ermeni mahallesi olarak bilinen bey
mahallesine gittik. Taş binaları olduğu gibi korumaları çok güzel. Daha çok
gençlere hitap eden kafelere dönüştürülmüş. Ama butik oteller haline gelmesi
bence tam bir cazibe merkezi olmasına neden olur. Yine araya kafeler serpiştirilebilir.
Gaziantepliler, eski belediye başkanları Celal Doğan’ı pek unutmamışlar gibi.
Son zamanlarda Suriye’den gelenlere de pek sıcak bakmıyorlar. Türkiye genelinde
yapamamışlar ama Gaziantep’teki emeklilerin maaşından bunlara verilmek üzere
100 TL kesilmiş. Şimdi geri alabilmek için uğraşıyorlarmış. Alınan maaşları
düşünecek olursanız 100 TL hiç az para değil!
Ayrıca buraya not
düşmekte fayda görüyorum. Zeugma müzesinden bakıldığında görevli, uzun bir
alanı göstererek anlatmıştı. Müzeden bakıldığında neredeyse tam karşınıza denk geliyor.
“Şu tepeden, bayrağımızın dalgalandığı yere kadar; milli mücadele zamanında yeraltına karınca yuvası gibi tüneller yapılmış ve birbirine bağlanmış. Şahinbey anıtı ve savaş müzesi görülmeye değer yerler arasında" dedi.
Bildiğiniz gibi Gaziantep
önce İngilizlerin daha sonra Fransızların işgali altında kalmış. İngilizler
taslarını, taraklarını alıp, çekip gittikleri zaman halk çok sevinmiş. Ama
arkasından Fransızların 1 Nisan 1919 tarihinde Antep’i işgal etmesinden sonra,
1920 yılının Nisan ayı başında Türk Milli Kuvvetleri kentte bir ayaklanma
başlatarak Fransızlara karşı direnişe geçmiş. Şehrin denetimini ele geçirerek
Fransız askerlerini Antep’ten çıkartmış. Bunun üzerine Fransa Suriye'den de
getirdiği yeni kuvvetlerle Antep şehrini kuşatmış. 10 ay süren kuşatma
sırasında Antep'e erzak ve mühimmat yardımı yapılamadığı için şehirde açlık ve susuzluk en üst seviye
çıkmış. Silahlı mücadeleden değil ama açlık ve susuzluk nedeniyle 9 Şubat 1921
tarihinde şehir, Fransız birliklerine teslim olmak zorunda kalmış.
Batı Cephesi'nde
Yunanlılara karşı Sakarya Meydan Muharebesi'nin kazanılmasından sonra imzalanan Ankara Antlaşmasıyla Fransızlar bölgeyi geri vermiş.
Kurtuluş savaşında yaşanılan kahramanlıkları, ya aile büyüklerinizden (ben bir Ege'li olarak anneannemden çok dinledim) ya okuduklarınızdan ya da izlediğiniz filmlerden eminim hatırlarsınız! Duyduğum ve çok etkilendiğim bir hikayeyi yeri gelmişken ben de burada anlatayım istedim. İşgal altındayken Fransız askerleri, gündüz neşe içinde oyun oynayan çocukları görüyor ve “Her evden birkaç cenaze çıkmasına rağmen bu çocuklar nasıl bu kadar neşeli olabiliyorlar" diye şaşırıyorlarmış. Bir gün Fransız askerlerinden biri çocukların yerden bir şeyler topladıklarını fark etmiş. Çocuklardan birini yakalamış. Çocuğun avuçlarında boş mermi kovanları varmış. Sormamış ama çocukların gündüz boş mermi kovanlarını tek tek toplayıp ailelerine verdiklerini, yetişkinlerin ise gece onlara barut doldurarak tekrar cephane olarak kullandıklarını anlaması uzun sürmemiş.
Bunlar bizim kültürümüz...bu öykülerden kim bilir kaç türkü, kaç roman vb. çıkmıştır. Burada savaş çığırtkanlığı yapmıyorum. Ama bu ülkenin toprakları için ne canların gittiğini, ne yokluklar çekildiğini; milli mücadelenin çoluğuyla çocuğuyla, yaşlısıyla genciyle gerçekleştirildiğinin unutulmaması, unutturulmaması lazım.
Kurtuluş savaşında yaşanılan kahramanlıkları, ya aile büyüklerinizden (ben bir Ege'li olarak anneannemden çok dinledim) ya okuduklarınızdan ya da izlediğiniz filmlerden eminim hatırlarsınız! Duyduğum ve çok etkilendiğim bir hikayeyi yeri gelmişken ben de burada anlatayım istedim. İşgal altındayken Fransız askerleri, gündüz neşe içinde oyun oynayan çocukları görüyor ve “Her evden birkaç cenaze çıkmasına rağmen bu çocuklar nasıl bu kadar neşeli olabiliyorlar" diye şaşırıyorlarmış. Bir gün Fransız askerlerinden biri çocukların yerden bir şeyler topladıklarını fark etmiş. Çocuklardan birini yakalamış. Çocuğun avuçlarında boş mermi kovanları varmış. Sormamış ama çocukların gündüz boş mermi kovanlarını tek tek toplayıp ailelerine verdiklerini, yetişkinlerin ise gece onlara barut doldurarak tekrar cephane olarak kullandıklarını anlaması uzun sürmemiş.
Bunlar bizim kültürümüz...bu öykülerden kim bilir kaç türkü, kaç roman vb. çıkmıştır. Burada savaş çığırtkanlığı yapmıyorum. Ama bu ülkenin toprakları için ne canların gittiğini, ne yokluklar çekildiğini; milli mücadelenin çoluğuyla çocuğuyla, yaşlısıyla genciyle gerçekleştirildiğinin unutulmaması, unutturulmaması lazım.
Gaziantep'i ve insanlarını çok sevdim. Gerçekten çok özel ve güzel insanlar...