Eskişehir



Bayram tatilini fırsat bilip annemin (pamuk hanım) ve babamın ikinci memleketi Eskişehir’e gidiyoruz. Amacımız, aynı zamanda pamuk hanımın kardeş bellediği benim de dayı olarak bildiğim, amcasının oğluna gitmek, iki güzel insanı mutlu etmek ve hasret gidermelerini sağlamak. Bayramın üçüncü günü, ne kar ne de sis var. Hava durumuna göre, yola çıkmak için en uygun gün. Sabah gidip akşam döneceğimiz için erken yola çıkalım diyoruz ama yine saat 10’u buluyor. Eskişehir-Ankara arası yol çok düzgün ve güzel. Hız yapmamaya özen gösteriyor herkes. Sıkı denetim yapıldığını herkesin uslu uslu gitmesinden anlamak mümkün. Yaklaşık mola dahil üç saatte oradayız.



Her köşe başında Yılmaz hocanın yapmış olduğu heykelleri görmek mümkün. Sadece heykellere değil her tarafa Yılmaz hocanın elinin değdiği o kadar belli ki! Ellerine





sağlık Büyükerşen hoca! Keşke senin gibi on tane daha olsa eminim Türkiye’nin çehresi değişir. Eskişehir 7-8 yıl önceki Eskişehir değil artık. Geniş bulvarlar açılmış. Ulaşım problemi, araç sayısı çok olmakla birlikte dakika başı gelen-giden tramvaylarla çözülmüş.





Şehir tertemiz. Vakti zamanında kötü kokan porsuk çayı ıslah edilmiş, kokudan eser kalmamış. Porsuk üzerinde ulaşımı da sağlayan botlar var. Tıpkı Amsterdam’daki gibi! Bisikletli insanları sıkca görmek mümkün. En nihayetinde, Ankara’da bile göremediğim modern genç nüfusu burada gördüğümü söyleyebilirim. Bir kaçış kenti mi? oldu yoksa burası diye düşünmeden edemiyorum. Daha geniş bir zamanda gelip köprüleri fotoğraflayacağım kesin... O kadar güzeller ki! Bazı arabesk motiflere rastlasak da şehrin yapısına ters gelmediğini düşünüyorum. Yalnız, porsuk kıyısındaki plastik bahar dallarıyla bezenmiş ağaçlar gözüme batıyor. Gerçekleri dururken, neden diye sorasım var. Ama üzerlerine takılan belediye işçileri tarafından yapılmıştır plaketini görünce emeğe gösterilen saygıdan dolayı utanıyorum.

Annemlerin yıllar önce oturduğu odun pazarından eser kalmamış. Ana caddenin arkasında yine o iki katlı evleri görünce abim, çocukken pencereden atlayıp kaçtığını bizlere anlatıyor. Atatürk lisesinin arkasındaki evler restore edilmiş,



belki bu cadde arkasındakilere de sıra gelir kim bilir! Görmek istemediğim devasa büyüklükteki binalar… Modernleşmek, duvar gibi blokları dikmek olmamalı. Bütün büyük kentlerde görüldüğü gibi, Eskişehir de bundan nasibini almış.

Her tarafta çibörekçiler. Diğer illerden sırf buraya trenle günübirlik çibörek yemeye geldiklerini duymuştum. Haklılarmış doğrusu. Gelinir mi gelinir… Ben internette bulamayacağınız bir adresten burada söz edeceğim. Muhakkak uğramanızı da tavsiye edeceğim. Adı Kırım çibörekçisi. Atalar caddesi No: 20'de ikamet ediyor. Çiğ böreğin, çibörek olduğunu da buradan öğreniyoruz. Çibörek, Kırım Türk mutfağına aitmiş. Kıpçak boyundan olan Kırım Türklerinin kullandığı eski Kıpçak lehçesinde çi kökü enfes, leziz anlamını vurgulamak için kullanılırmış. Dolayısıyla çibörek enfes, leziz börek demekmiş. Bir porsiyonunda 5 tane oluyor. Doyarım diyorsun ama ilave porsiyon almamanız mümkün değil gibi. İncecik hamuruyla muhteşem. Sunumu da öyle…Üstelik çok da hesaplı.

Sevgili dayım, Eskişehir'in en eski saatçisi Ahmet Bozkaya. Tam bir zanaatkar. İşini hala severek yapan nadir insanlardan biri.

http://www.midasgazete.com/haber.php?haber=1453

Sevgili yengem rahatsız olmasına rağmen bütün misafirperverliğiyle bizleri sarıp sarmalıyor. Bir saatlik bir süre yeterli değil ama bayram ziyareti kısa olur. Yolcu yolunda gerek diye yola koyuluyoruz.



Sevgili dayım…! benim pamuğumla ne kadar birbirlerine benziyorlar.


Adrasan/Çavuşköy

Gidip gördüğüm yerleri bu sene yazmaya karar verdiğimi tatil dosyalarımın tarihlerinden anlamanız mümkün. Adrasan’ı çok sevdiğimi bilen dostlarım, “madem Adrasan’ı bu kadar çok seviyorsun neden orayı da yazmıyorsun?” demeye başlayınca Adrasan’ı da anlatmak farz oldu. Gezi günlükleri formatına uymasa da, bu çok sevdiğim ve 1993 yılından beri zaman zaman gidip, gezip görmeye doyamadığım Adrasan’ı anlatmam için engel değil.



Adrasan’ın Antalya'ya uzaklığı yaklaşık doksan beş km Adrasan’a gitmek için Antalya’dan Kemer’e doğru yol almanız gerekecek. Kemer’i de geçeceksiniz. Çıralı ayrımından sonra Olimpos/Çavuşköy tabelalarına kadar ana yoldan devam edeceksiniz.Bu tabelayı gördüğünüzde sola denize doğru dönüp yolun başındaki kır kahvesinde gözleme ve ayranınızı içip yemyeşil dağlara bakıp soluklanabilirsiniz. Ya da deniz yönüne uzanan biraz virajlı ve çam ağaçlı yirmi iki km'lik asfalt yolda mis gibi çam kokularını içinize çekerek devam edersiniz. Asfalt yol dediğime bakmayın. Bizim Ankara’nın yollarını hiç aratmıyor. Geçen seneye kadar yer yer stabilize yer yer de çukurlarla doluydu. Ama belki bu sene yapılmıştır, kim bilir! Çavuşköy köyün merkezi. Adrasan ise sahil şeridi olarak biliniyor. İnsanları sıcacık, dost canlısı. Deniz kenarına indiğinizde koyun sağlı sollu her iki tarafında eskiden sayıları çok az olan ve giderek artan küçük pansiyon ve otelleri görebilirsiniz. Sakın “bu kadar mı konaklayacak yer?” diye sormayın. Koyun solunda denize dökülen derenin yukarılarında gözlerinize inanamayacağınız güzellikte pansiyonlarla karşılaşırsınız.



Bu anlattıklarımla yükselen betonlardan söz etmiyorum. Doğayla barışık ve doğayla iç içe yapılar bunlar. Umarım bu anlayışları hiç değişmez, hiç bozulmazlar.




Adrasan deresine, Adrasan koyuna girmeden karşılaşacağınız cami yanındaki çınar ağacından sola dönüp, kısa bir süre sonra ulaşmanız da mümkün.




Bu yolu takip ettiğinizde Olimpos ayrımını da görebilirsiniz. Olimpos'a arabayla gitmek isteyenlere bu yolu kullanmalarını önermem. Ancak, Antik kent yön tabelalarını izleyerek yürüyüş yapabilirsiniz. Unutmayın! Likya yolu da, bu güzergah da yürüyüş parkurlarınızdan biri olabilir.



Biz, daha çok koyun sağındaki minik otellerden birinde kalmayı tercih ediyoruz. Her gelişimde kendimi evimde gibi hissettiğimden olacak, bir alışkanlık haline dönüştü. Ayrıca, kızımın edindiği arkadaşlıklar da bizi bağlayıcı kılıyor. O da, biz de daha serbest olabiliyoruz. Otelden çıkıp hemen denize inivermek de ayrı bir lüks gerçekten.

Adrasan’ın denizi çok temiz. Sabahın erken saatlerinde ya da akşam, herkesin elini ayağını çektiği saatlerde denizde, deniz kaplumbağalarını bile görmeniz mümkün.



Bu sizi korkutmasın. Çünkü onlar zaten sizden korkup hemen kaçıyorlar. Kumsala yumurtalarını bıraktıkları da oluyor tabi. Ama bir İztuzu/Dalyan veya Çıralı’da olduğu gibi değil. Yerli halk da, kalan konuklar da bırakılan yumurtalara zarar vermemeye özen gösteriyorlar.

Ben Adrasan’ı özgürce hareket edebildiğim, bana zaman kısıtlamaları konulmadan dolaşabildiğim kocaman bir tatil köyü gibi düşünüyorum. Yapılacak çok şey bulmak mümkün. Güne erken başlayıp ister Ford Otel’in yanından buruna doğru devam edip, isterseniz hemen Meltem Motel’in yanından yukarılara çıkıp (yaklaşık beş km’lik bir yoldur.) orman içlerinde yürüyüşler yapabilirsiniz. Her gün bu parkuru biraz daha uzatarak yeni yerler keşfetmeniz de mümkün, unutmayın!

Bizim diğer yürüyüş parkurlarımız ise koydan köye kadar (asfalt yol üzerinden) gidip caminin hemen yanındaki yola sapıp limon bahçeleri arasındaki yoldan Adrasan Deresi’ne, sonra dere boyunca ilerleyip tekrar sahile inmek ya da Likya yolunu takip edip diğer koylara tepeden ulaşmak olmuştur. Dönüşte muhakkak denizle buluşup kahvaltı sofrasına oturmak muhteşemdir. Sabahın o saatlerinde deniz çarşaf gibi sizi çağırıyordur zaten. Koyun istediğiniz yerinden denize girip denizin teninizi okşamasını, özgürlüğünüzü, kimsecikler yokken dilediğinizce yaşayın hemen. Koya tepeden bakan dağa tırmanmayı, tecrübeliyseniz atlamayın sakın.





Gününüzü bütün gün kıyıda kitap okuyarak denize girip çıkarak geçirebilirsiniz. Plaj voleybolu oynayabilirsiniz. Oranın müptelası olmuş Fransızları gibi su kayağı yapıp diğer koylarda dalmaya gidebilirsiniz. Tekne turları burada da var. Katılacak olursanız oltanızı yanınıza almanızı öneririm. Yıllar evvel İhsan kaptanın teknesiyle çıktığımız turda torik ve akya yakalamış, ancak eşimin yardımıyla tekneye çekebilmiştim. Siz balığın büyüklüğünü düşünün artık! Size önerim, yakaladığınız balığı sakın teknenin kaptanına kaptırmayın. Yoksa bizim gibi kaptanın davetini boşuna bekleyip elleriniz boş dönersiniz. Oraya kadar gidip tekne turlarına katılmamak olmaz tabii. Çünkü Ceneviz, Sazak ve Çıralı koyları görülmeden dönülecek yerler değil. Çıralı’ya gidildiğinde yanar taşa da muhakkak çıkmak gerek.





Adrasan, iki km’lik kumsalıyla yeşilin ve mavinin her türlü tonunu görebileceğiniz ender güzellikte doğal bir cennet. Şehir hayatından yorulduysanız, bakir güzellikler arıyorsanız, kuş seslerini, ateş böceklerini, sessizliği, sakinliği özlediyseniz, çam, incir, portakal, nar ve keçiboynuzu ağaçlarının kokusunu ciğerlerinize çekmek istiyorsanız, kumsalda ay ışığı ile uyuyup güneşin ilk ışıklarıyla uyanmak istiyorsanız, Adrasan tam aradığnız yer.




Gökçeada ve Bozcaada

11 Ağustos 2008

En sonunda pazartesi günü, yani bugün Ankara’nın sıcak ve boğucu havasından kaçmayı başarıyoruz. Ege, Adrasan’a gitmediğimiz için biraz üzgün. Ama farklı yerleri de sevebileceğine şimdilik inanmış görünüyor. Peşin peşin yolun ne kadar süreceğini soruyor. Çünkü her zaman olduğu gibi yolun uzun olduğunu öğrendiğinde arka koltuğu yatak olarak kullanacak. Yola çıkışımız öğleni buluyor.

İlk durağımız Gökçeada. Planımız İstanbul-Trakya üzerinden Çanakkale ve oradan da Gökçeadaya ulaşmak. Kulağımızı tersten gösterdiğimiz söylenebilir ama amacımız, ucundan bucağından da olsa Trakya’yı görebilmek. İstanbul’a küçük molalarla akşama doğru ulaşıyoruz. İstanbul’da konaklama düşüncemiz yok. Hedef Şarköy… Fatih Sultan Mehmet köprüsünden geçerken manzara karşısında içimiz eriyor. Bir Ege, bir ben fotograf makinasına sarılıyoruz. Bu şehir, herkes gibi içimize işlemiş. En büyük aşk-ı sevda bu! Yahya Kemal ne kadar da haklı demeden geçemiyorum. Neyse… trafik yoğun ama akışı gayet iyi. Trakya’ya geçince, biraz da şehirden kurtulur gibi olunca eski canlılıklarını kaybetmiş dizi dizi yazlık siteler başlıyor. Ayçiçeği tarlaları yol boyunca bizi takip ediyor. Zaman zaman içimden Ayhan arabayı şurda bir yerde durdursa da koca bir ayçiçeği/günebakan kafasını alıversem diyorum. Göz hakkı var ya! :) Ama hemen vazgeçiyorum.



Akşam yemeğimizi Tekirdağ’da, Ali ustanın lokantasında yiyoruz. Tekirdağ köftesi ve acılı ezmesi çok güzel! Burasının, şehrin en popüler mekanı olduğunu -giren ve çıkan insan sayısının hiç değişmemesinden- anlamamak mümkün değil. Her taraf tıklım tıklım. Televizyondan tanıdığımız renkli simalar bile burada var. Yemekten sonra biraz dolaşıp yola çıkmak daha iyi olacak gibi… Çok mu yedik ne! Sahile, balıkçıların olduğu yere iniyoruz. Denizin kokusunu en nihayetinde içimize çekiyoruz. Şehrin içerilerine pek giremedik ama gördüğümüz Tekirdağ, hem düzenli hem de temiz bir yer. Arada bir kara böcükleri görsek de bu, fikrimi değiştirmiyor. Bu arada meşhur peynir tatlısını da atlamıyoruz tabii. Kolestrol bombası olmakla birlikte oraya gidildiğinde bir kez de olsa yenmeli diye düşünmekteyim.

Hava kararmadan Şarköy’de olalım istiyoruz. Sahil yolunun, kısa ama stabilize ve virajlı olduğunu öğreniyoruz. Yolu biraz daha uzatıp Keşan-Malkara yoluna sapıp Malkara’ya 10 km kala Şarköy’e dönen 1 saatlik yolu tercih ediyoruz. İyi ki de etmişiz. Yine ayçiçeği tarlaları…Bu tarlalar, gün batımıyla beraber nasıl da güzel! Van gogh’un tablolarında olduğu gibi aynen! Tam bir renk cümbüşü! Günü batırarak Şarköy’e varıyoruz. Umarım konaklayacağımız yeri bulmak zor olmaz! Ayaklarımız uyuştu artık….



İlk olarak sahildeki otel/pansiyonlara yöneliyoruz. Deniz, biz Ankaralılarda büyük bir özlem. İlle de deniz! İlle de deniz kokusu… Ama bu amacımızı gerçekleştiremiyoruz. Biraz içerilerde yeni açılan bir otelde ancak yer bulabiliyoruz. Bir gece konaklayacağımız için fazla eşya çıkarmaya gerek yok. Kendimizi hemen sokaklara atıyoruz. Her taraf panayır yeri gibi… Şarköy, Akçakoca’nın biraz daha büyüğü ve nüfus olarak biraz daha yoğunu.

Erkenden yatacağız. Sabah yine yollardayız. Hedef Saros kıyılarını görüp, Gökçeadaya gidebilmek.

12/08/2008

Saros’ta Kocaçeşme ve Güneyli kasabalarında mola veriyoruz. Kocaçeşme’nin denizi koca derenin getirdiği alüvyonlarla dolmuş. Göçmen kuşlar gözümüzden kaçmıyor. Ama ayrımını yapmak bizim için oldukça zor. Güneyli ise yazlıkçıların mekanı olmuş. Deprem bölgesi oluşu belki de buranın daha fazla dolmasını engelliyor. Ama deniz harika. Tertemiz demek yeterli bile değil! Muhteşem! Deniz burada akıntılarla kendi kendini temizliyormuş. Dolayısıyla balığı da çok bol. Buralarda kalıp yerleşsek hiç fena olmaz hani!  Bol balık… mavi sular…



Güneyli ve sonrası yeşil bir deniz. Burası Gelibolu yarımadası milli parkı! Yanan ormanlık alanları görmek ve önlem alınmamasını bilmek çok üzücü. Gelibolu’da iskeledeki balık ekmeçilerde, ekmek arası sardalya yenmesini özellikle öneriyorum. Çanakkale şehitliğini gezmek için daha uzun zaman ayırmayı planlayarak ve gönlümüz kalarak çabuk geziyoruz. Kabatepe iskelesinden feribota biniyoruz. Yaklaşık bir saat sonra Gökçeada’dayız. Ada hakkında ne bilgimiz ne de rezervasyonumuz var.. Feribotta verdikleri broşürlerden birkaçını aklımızda tutup nasıl olsa bir yer buluruz diyoruz. İskeleye yakın yerlerde, biraz daha içerilerde birkaç otel var. Ama kalacağımız yer bu sefer deniz kenarında olmalı diye yola devam ediyoruz. Gökçe adanın merkezi içerilerde. Dar sokaklar, taş evler, çok hoş... Deniz kenarında doğal sit alanı olduğundan mı yoksa askeri bir tedbir mi bilmiyorum ama yapılaşmaya izin verilmemiş. Deniz kenarında iki yerin haricinde konaklayabilecek yer bulmak çok zor. Bunu ancak o yol yorgunluğuyla birlikte adayı arabayla turlayarak öğreniyoruz. Bunlardan biri vakti zamanında Köy Hizmetlerinin olan Mavi Resort diğeri de limandaki Gökçeada Resort. Enformasyon bürosundan Gökçeada Resort’un kanalizasyon borusunun patladığını bu yüzden denizinin çok temiz olmadığını söylediler. Buna rağmen oldukça pahalı. Hepimiz yorgunluktan bitmiş durumdayız. Suyla biran önce kucaklaşmak istiyoruz. Ama keyiften ödün vermek yanlısı da değiliz. Şansımızı Yukarı Bademli’deki Hotel Masi’de deneme kararıyla hareket ediyoruz.



Ve evet…! Burası tam bir kartal yuvası… Muhteşem bir ada manzarası! Havuzu ve manzarası bizim kalbimizi çalmaya yetiyor.



13/08/2008

Ertesi gün kahvaltı ve havuz sefasından sonra öğlen üzeri adanın merkezine iniyoruz. Dün gördüğümüz tuz gölüne gideceğiz. Hemen Aydıncık plajının yanında. Ama ada hakkında öğrendiklerimi sizlerle paylaşmak isterim. Ada küçük küçük köylere bölünmüş. Tepeköy, Kaleköy, Zeytinliköy, liman, Aşağı Bademli, Yukarı Bademli vb.. Etrafı ayın, yıldızlarla çevrelenmesi gibi irili ufaklı birçok adayla sarılıp sarmalanmış. Semadirek ve Limni bunlardan biri. Adanın kıyı şeridi uzunluğu 95 km. Eski taş evlerin bir kısmı boş. Satılamıyor, alınamıyorlar. Eski sahiplerini bekliyorlar. Bağcılık var ama adaya ait bir marka göremedik. Adanın bir kesiminde zeytin ağaçları var. Gönlümüz sararmış makilerden daha çok bağ ve zeytin ağacı görmek istiyor. TOKİ’nin evleri adanın yapısına hiç uymuyor. Acayip sırıtıyor. Ada yerlisine ve belediye başkanına çok iş düşüyor çok…

Merkezdeki Meydani pastanesinde karadut dondurmasını yedikten sonra 10 dakikalık mesafedeki Aydıncık/Kefaloz plajındayız. Önce tuz gölüne yöneliyoruz. Sabah kahvaltıda otel yöneticisinin söylediğine göre çamuru, cildi gençleştirip güzelleştiriyormuş. “Aman! çamuru sürdükten sonra kurumasını bekleyin” diyor. Sözünü dinliyoruz. Ege ve ben çamurları her tarafımıza sürüyoruz. Ayhan her tarafına sürmeye cesaret edemiyor. Ona giysilerimizi taşıma görevini veriyoruz. Daha sürerken hatta elimize alırken ellerimiz yanmaya başlıyor. Kükürt kokusu var. Bastığımız çamur öyle yumuşak ki; zaman zaman ayaklarımız kayıyor. Sanki sıcak su çıkıyor gibi hissediyorum. Kızımla ben iki baca temizleyicisi gibiyiz. Öyle komik ki! Herkes bizim gibi olduğu için sadece birbirimize gülüp geçiyoruz. Çamurun kurumasını beklemek çok zor! Çünkü parça parça tuz vücudumuzu yakıyor. Doğru plaja gidip denizde çamurları yıkıyoruz. Plajda karşılaştığımız bazı insanlar bunun bir rivayet olduğunu, doğru olmadığını söyleseler de tende yumuşaklık var ama kızarıklıklar da yok değil hani. Aydıncık ile bugün en doğuda bulunan tepenin çok önceden birbirinden ayrı olduğu ve zamanla biriken kumlarla adaya bağlandığı ve bugünkü Tuzgölü'nün oluştuğu söyleniyor.



Aydıncık plajı Bulgar sörfçüler tarafından parsellenmiş. Hem kendi takımlarını eğitiyorlar hem de bizim yerli turistleri. Yüzmek için ayrılan yer ancak çocukların oyun oynayabileceği bir alan kadar. Yani küçücük.  O yüzden “buranın denizi benim içime hiç sinmiyor”. Sonra bu sözüm aramızda tatil boyunca espri konusu oluyor. )

Akşama limanda yemeğimizi yiyip otele çıkacağız. Meydanda beyaz boyalı küçük bir kilise var. Hala kullanılıyor. 15 Ağustosta Rum vatandaşlarımız ve dünyanın dört bir yanından adaya gelen Rumların düzenlediği şenliklerde Meryem Ana'nın ölüm yıldönümü kutlamaları yapılacakmış. Çok renkli olurmuş ama maalesef biz adadan ayrılmış olacağız. Burası da akşam üzeri hareketlenen yerlerden biri. Yol trafığe kapatılıyor. Lokantalar sandalyelerini sokağa çıkarıyor. Yollar yıkanıyor. İncik boncukçular tezgahlarını açıyorlar.



14/08/2008

Sabah Gökçeada’dan Kabatepe’ye geçişimiz martılar eşliğinde oldu. Görülmeye değerdi doğrusu. Yol boyunca bizim feribota yakın uçup, atılan ekmekleri ve diğer yiyecekleri topladılar. Çok yakınımızdan uçtuklarından bol bol fotograflarını çektik. Çanakkale Boğazı, Eceabat sonra Geyikli-Yükyeri iskelesi ve Bozcada.





15:00 feribotuna yetiştik ama araç sayısı dolduğu için 17:00 feribotuna binebileceğimiz söylendiğinden iskeleye yakın bir çay bahçesinde biraz soluklanıyoruz. Giderken 3ytl’ye adaya geçiyoruz. Yol yaklaşık yarım saat sürüyor.

Ramazan dolayısıyla Bağ bozumu festivalini öne almışlar. Bu nedenle konaklayacak yerimizi Gökçeada’dan telefonla zar zor buldum.

Bozcaada, Gökçeada’ya göre çok küçük ama daha bakımlı, planlı ve daha kalkınmış. Biraz Kaş’a benziyor. Doğal sit alanı. Yapılaşma olsa da adaya yakışmayan bir durum söz konusu değil. Bağlar burada daha çok. Adanın kendine özgü üzümleri var. Çavuş üzümü ve Kuntra. Tabii şarap fabrikaları da... Çamlıbağ, Ataol, Talay ve Corvus.
Benim damak tadıma doğrusu Çamlıbağ çok uygun. Ayhan’ın tercihi ise Ataol’dan yana.



İlk gün yine Gökçeada’da olduğu gibi akşam üzeri adadayız. Fakat bu sefer yer bulmak gibi bir sıkıntımız yok. O nedenle denize girecek zaman bulabiliyoruz. 5-6 dakikalık mesafedeki Akvaryum koyuna gidiyoruz. Nefis! Pırıl pırıl buz gibi bir deniz. Bizim şansımızdan mıdır nedir bilmiyorum. Deniz daha önce buralarda hiç görülmezmiş minik minik bir sürü denizanalarıyla dolu. Denizi bırakıp gitmek istemesek de deniz analarından huylanıp hemen yan koylarından biri olan Ayazma’ya gidiyoruz. Deniz burada da çok güzel ama sığ. Yarın başka koylarda olacağız demekki…

Akşam merkezdeki Sandal lokantasında Ege yemekleri yiyoruz. Albenisi var. Ama hizmette kusurlular. Çamlıbağ’ı ilk burada deniyoruz. Cabarnet Sauvignon %70 ve %30 Kuntra üzümlerinden yapılıyormuş. Türk kahvesi tiryakileri olan biz kahvemizi, eski kahvede içiyoruz. Sunum bir harika. Yanında üzüm likörü var.

15/08/2008

Bugün, Ayhan’nın işlerini bitirmesini beklediğimizden ancak öğleden sonra Ayazma plajına gidebildik. Koyları keşfetmek yarına kaldı. Merkezine indikçe Bozcaada’nın kapılarını da fotoğraflamayı ihmal etmiyorum. İndikçe diyorum; çünkü kaldığımız yerle arasında yaklaşık 1,3 km var. Aslında yürüyüş mesafesi. Bisikletle gidip gelmek çok hoş olabilir.

Bağ bozumu festivali yarın başlıyor. Biz, bu akşamdan şarap tadımlarına başladık. Talay ve Çamlıbağ şarap tadım evlerini gezdik. Ada kahvenin, zeytinyağlı yemeklerinin, meşhur gelincik şuruplu sakızlı muhalebisinin de tadına baktık. Şarap ve tatlıları fazla kaçırmaya başladık. Dikkat etmek gerekecek! 

16/08/2008

Deniz analarından kaçış yok ! Bugün Cafe at Lisa’s da öğlen yemeğini yiyip, Habbele koyuna gideceğiz. Ege, kafede gördüğü ‘Benim Bozcaadam’ konulu resim yarışmasına katılmak istiyor. Çok seviniyoruz.



Habbele koyunda diğer koylara göre daha az deniz anası, daha az insan var. Sahil kum. Ama deniz içi çakıllı. Bu inanın hiç önemli değil. Sudan çıkmak istemiyoruz. Gidip gelme olmasın diye yarın öğlen erzaklarımızla geleceğiz. Akşamına kalan şarap evlerini gezeceğiz. Şarap takı ve aksesuarları dükkanı da ilgimizi çekiyor.



17/08/2008

Bugün adada son günümüz sabah erkenden Habbele’deyiz. Ege, keşke biraz daha burada kalsak demeye başladı. Ayrıca yaptığı resmi bu sabah Cafe at Lisa’s a teslim ettik. (*) Artık 29 Ağustos’taki sonuçları bekliyoruz. Ben kızımdan çok ümitliyim...



Bugün denizin tadını çıkarmak farz oluyor. Balıklar gibi bir dalıp bir çıkıyoruz. Akşam üzeri rüzgar tribünlerini görmeye adanın başka bir cenabına gidiyoruz. Sayıyoruz toplam 17 tribün var. Yaklaşık 30.000 kişinin elektirik ihtiyacını karşılayabiliyormuş. (Bu tribünlere Ege kıyısının çeşitli yerlerinde tekrar karşılaşacağız.) Söylenecek söz var mı? Bilmiyorum. Uzman değilim ama yenilenebilir ve temiz enerjiden yanayım tabiiki...

18/08/2008

10:00 daki feribota yetişmek için kahvaltımızı erkenden yapıyor ve Ada’ya bir daha gelmek üzere yola koyuluyoruz. Unutmadan söyleyeyim buradan feribotla karşıya geçiş 29 ytl. Gelin ama gitmeyin deniyor. Bizim de hiç gidesimiz yok. Ama! Bir de aması var işte... Geyikli Yükyeri iskelesinden sonraki güzergah biraz daha güneye inmek. Sanki şehirlerarası yolda değil de şehir içinde gider gibi yerleşim yerlerinin bu kadar sık olmasına şaşarak, yine yer yer yanmış ormanlık alanları görerek Ayvacık’a kadar geliyoruz. Ayvacık-Küçükkuyu arasındaki yoldan bakıldığında kıyı ve adalar dantel gibi görünüyor. Viraj ve trafiğin yoğunluğu durup fotograf çekmemi engelliyor. Adaşım arkadaşım, yolunuz üzerinde Yeşilyurt ve Adatepe köyleri var. Muhakkak görmelisiniz diyor telefonda. Ne kadar isabetli bir öneri olduğunu köye çıktığımızda görüyoruz. Dağların eteğine kurulmuş bir orman köyü burası. Parası olan ve köyünü bırakıp gitmek istemeyenler, bir de İstanbullular buraya yatırım yapmaya başlamışlar. Köy evlerini alıp restore ettiren yabancılar bile var. Yerlisi de elinin emeğini, ürününü satmayı öğrenmiş. İyi de etmiş doğrusu. Zamanla örnek bir yer olacağını düşünüyorum.




Yolda Adatepe zeytinyağı fabrika müzesini geziyoruz. Ama Adatepe sapağını kaçırıyoruz. Adaşım telefonda "üzülmeyin iki köy de birbirine benziyor" diyor. Artık dönüş yolundayız. Bir tatil de burada bitiyor.


(*) Ege, o resim yarışmasında bir mansiyon aldı. Kuru boya kalemleriyle ancak bu kadar güzel resim yapılabilirdi. 



MAVİ TUR

13 Haziran 2008 saat 21:30’da AŞTİ’den yola koyulduk. Artık Ege ve ben yıllardan, hatta ilk gençlik yıllarımdan beri hayalini kurduğum mavi yolculuğa katılmak üzere yollardaydık. Ayhan, bu sefer bize katılamadı. Ama belki gelecek mavi yolculuklara beraber çıkabiliriz kim bilir?

AŞTİ’de birbirinden güzel, gülen gözlerle bizleri kucaklayan insanlarla tanışıp, biraz da şaşkınlıkla ilk kez karşılaştıkları insanlara karşı nasıl bu kadar candan olabiliyorlar diye düşünerek heyecanla otobüste yerlerimizi aldık. Ege, başlarda uyumamak için direndiyse de daha sonra uykuya yenik düştü. Biraz uzun ve yorucu bir yolculuktu. Çünkü az uykuyla yetinilen günler ve hemen arkasından seyahat; ayaklarım, bacaklarımdan ayrı birbirine hükmederek kah uykulu, kah uyanık sabah saatlerinde Marmaris’e neşe içinde indik.

Otobüs terminalinden binilen taksilerle kısa sürede büyük limana vardık. Teknemizi bulup, bavulları kamaralara koyduktan sonra, kahvaltı yapmak üzere Marmaris’in kapalı çarşısında, daha önceden ekip arkadaşlarımın bildiği bir kafeye gittik. Nefis kahvaltılıkları var. Böreklerinin çeşitleri insanı şaşırtıyor doğrusu.

Hele arkadaşlar, hepsini de sanki çok önceden tanıyormuş gibiyim. Daha sonra teknenin erzak ihtiyaçlarını, bizlerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere büyük marketlerden birine girdik. Erhan hoca ve kaptan, el arabalarına erzakları atarken, bizler de içecek reyonlarından alkollü, alkolsüz içecekleri arabalara dolduruyorduk. Özellikle votka, rakı, bira ve şarap sevenler diye ayrılmıştık. Erzak işleri tamamlanınca, tekneye ulaşıp Güzin ve Sylvia’yı beklemeye başladık. Onların da 12:30’da gruba dahil olmasıyla teknemiz ilk koya, Kargı burnuna doğru hareket etti. Bu koy küçük ama pek tenha değil. Su pırıl pırıl… Ama soğuk diye girmemek asla düşünülemez deyip kendimizi soğuk sulara attık. Öğle yemeği, dinlenmeler ve birazdan akşam yemeği.. Serçe limanında konaklayacağız.



Uyku tulumlarımızı kapıp güvertede yerimizi kaptık. İlk kez güvertede, yıldızlar ve ay ışığı altında uyumak, rüzgarın nefesini nefesimde hissetmek, denizin sesini dinlemek muhteşem bir şey.. Artık müptelasıyım bunu biliyorum. Sabah, güneşin ilk ışıklarıyla uyanmak da ayrı bir güzel, ama gece biraz üşüdüm.

Deniz durgun ve berrak, pırıl pırıl.. herkes birbirine soruyor “soğuk mu? soğuk mu?” diye ama deniz çağırıyor. Kulak vermek lazım. Vee atıyoruz kendimizi sulara. Uyku sersemliğini sularda bırakarak kahvaltı sofrasına koşuyoruz. Kahvaltı sonrası yine demir alacağız. Kaptandan destek alarak gittiğimiz her noktayı işaretliyorum. Rotamızı daha sonra ilgilenen arkadaşlara göstereceğim.

Uzunca bir yoldan sonra Tavşan bükündeyiz. Dalga ve yolun uzunluğu biraz sarstı. Güvertede uyuyakaldım. Biraz da yandım galiba. Korkarım yine soyulmaya başlayacağım. Öğlen yemeğinden sonra serin sularda olacağız.



Yıllar önce sanırım 2002 de gelmiştik Bozburun’a. Karadan da mavi yolculuğu izlemek güzel ama denizden bir başka! Bozburun’u çok değişmiş buldum. Ama hala bakirliğini koruyor. Çok fazla yapılaşma yok çok şükür.. Çok da kalabalık değil. Var olan insanlar hala parmakla sayılıyor. İleriki tarihlerde de aynı şeyleri söyleyebilecek miyim bilemiyorum. Bizler bile şuralardan birkaç yüz metre kare bir yerler alsak demeye başladık bile. Sahil yolunda yürürken vitrininde el yapımı teknelerin olduğu bir dükkan görüyorum. Hemen fotoğraflamak lazım! Teneke saksıların içindeki sardunyalarla ne güzel duruyorlar.



İlerliyoruz, biz hatunların dikkatini otantik giysilerle dolu bir dükkan çekiyor. Dükkanın içine çil yavrusu gibi dağılıyoruz. Çok güzel peştemallar ve giysiler alıyoruz. Peştamalların yumuşacık, ipeği andırır bir dokusu var. Denizde değil de daha sonra şal olarak kullanalım diyoruz. Dükkandan çıkıyoruz ama aklımız hala orada. Belki yarın bu aldıklarımıza ilaveler bile olabilir. Gece Bozburun’dayız.



Akşam için bütün bayanlar süsleniyor, kokular sürünüyoruz. İki saatliğine bile hazırlanıp kokular sürmek abes gelebilir. Ama kadının hamurunda var… Bizi mutlu ediyor hepsi bu!  Yemek öncesi benim aldığım şarabı içeceğiz bugün. Çünkü bizim evlilik yıldönümümüz. Ve “ayan beyan” (benim eşim Ayhan’a itirazlarına rağmen taktığım isim) burada değil…



Yemekten sonra kızlarla tekrar çıkıp bir çay bahçesinde oturma düşüncemiz var. Euro-2008 seyircileri de ayrı takılacaklar. Güzel bir gece… hafif hafif esiyor.

Üçüncü gün kahvaltıdan sonra yine yollardayız. Buz gibi sularda gözümüzü açıp güne çivi gibi başlıyoruz. Bu arada ben gördüğüm her güzel manzarayı karelemeye çalışıyorum. Teknede adım şipşakçı. Bütün güzellikler insanla daha güzel… Ah keşke, zarar vermeden koruyabilsek, sahip çıkabilsek… Bu arada çektiklerime bakıyorum da hepsinde tekne fotoğrafları var neredeyse. Kaptırmışız bir kere gönlümüzü, varsın olsun…



Öğle saatlerinde Dirsek burnunda olacağız. Derin, mavi, sakin sulardayız. Suda çift topla oynamayı adet haline getiren Ali ve Nafiz’e çoğu zaman biz de eşlik ediyoruz. Yaptıkları espriler karşısında gülme krizine yakalanarak epey su yutuyoruz ya da bir ben yutuyorum.



Selimiye,  duraklarımızdan biri..  Bir şaşkınlık da orada yaşıyorum. Liman yapılmış! Şu an için az sayıda tekne var ama pek çok teknenin demir atabileceği büyüklükte. Teknelerin konaklamak için tercih ettikleri belli…Tekneden inince biz bayanlar yine çil yavrusu misali ilk gördüğümüz dükkana dalıyoruz. Küçük kadınlar takılarla haşır neşirken biz hatunlar yine giysileri denemeden edemiyoruz. Sıcak fena bastırmış durumda… Eski mavi yolcuların bildikleri bir kafe var; adres değiştirmiş ama arayıp buluyoruz. Yerin adı “Ceri”. Vallahi her şeye değiyor. Brownisi, profiterolü ve de el yapımı limonatası muhteşem! İncelenecek, fotoğraflanacak ne kadar çok nesne var tanrım!! Rahat ve huzur dolu.



Selimiye’den yine Mariachi biralarımızı aldık. Bitmişti çünkü! :) Nedeni, limonata gibi içmemiz. Güzin’in de benim de favori içeceğimiz.

Geceyi sığ limanda geçiriyoruz. Selimiye’nin hemen yakınında. Kaptan İlhan, ertesi günü hedefin “Bencik koyu” olduğunu söylüyor. Ama haritada bulamıyorum. Adı sakın Benlik limanı olmasın diyorum. Yok “Bencik” diyor. Eminim doğrudur. Benimki tereciye tere satmak misali.



Burası, gördüğümüz en yeşil koy. Başka tekneler bizden önce gelip demir atmışlar yine. Bizden değiller, yine yabancı. Dağımızı, taşımızı, denizimizi bizden iyi bilip, tadını da onlar çıkartıyorlar. Üç yanımız da denizlerle çevrili ama ben millet olarak denizi sevdiğimizi, nimetlerinden faydalanabildiğimizi söyleyemeyeceğim. Bencik limanında ormancıların kampı varmış. Yine kaptan’ın dediğine göre kuzey ülkelerinden biri, şimdi hatırlayamıyorum, Finlandiya olabilir; temiz enerji elde etmek için buralarda araştırma yapmışlar. Tam 18 yıl önce. Sonra ormancılara verilmiş. Geçmiş hükümetlerden biri mi yoksa şimdiki hükümetin tasarrufu mu bilemeyeceğim şimdi atıl durumda ve çürümeyi bekliyor. Akşam yemeği için burada kalmak imkansız. Arılar köftenin kokusunu aldılar. Rahat bırakmayacaklar. Hemen yakında Dişlice’de konaklayacağız.



DİŞLİCE! Burayı nasıl anlatsam? Muhteşem, muhteşem, muhteşem… Burası için mavi tura noktayı koyan yer diyebilirim. Kırmızı kayalar… Bir de güneşin batımına yakın gelmişiz ki daha bir güzel.. Korku filmlerindeki gibi… Vahşi güzel! Hepimizi derinden etkiledi. Hepimizin elinde fotoğraf makineleri… Olmuyor! Gözün gördüğünü objektiften göremiyorsun işte… Yemekten sonra teknenin önünde toplanıyoruz. Ay ışığı ve yıldızlar… Yatmaya giderken Nergis’ten söz alıyorum. Samanyolu çıktığında beni uyandıracak. Ama uyumak ne mümkün! Baykuş ve martı sesleri buna izin vermiyor. Sakın yanlış anlaşılmasın, şikayetçi değilim. Yanımda kızım, uyku tulumunun içinde bu sesleri dinleyerek sızıyorum.


Yedinci günün sabahı kahvaltıyı Bozburun’un koylarından biri olan Kuz bükünde yapıyoruz. Mavi bayraklı. Pırıl pırıl bir deniz. Tam turkuaz renginde. İki güzel köylü kızı motorla gelip Erhan hocanın sıkı itirazlarına rağmen birbirinden güzel elişlerini bize satmayı başarıyor. Yine kendimizden geçtik valla…



Tur boyunca yediklerimizi hiç anlatmıyorum. Zeynel ustanın ellerine sağlık. Önümüze koyduğu her şeyleri silip süpürdük doğrusu. Ama hiç unutamadığım Güzin’in muhammarası. Ankara’ya dönüşte yapacağım. Hele köy ekmekleri! Utanmasam herhalde birini rahatça bitirebilirim.



Son koyumuz Armalle…! Yeni başlamıştık ne zaman bitti yahu. Son gün ve denize girdiğimiz son koy. Turkuazı içiyoruz adeta. Ne kadar çok suda kalırsam o kadar çok mutlu olacağım!

Kayalıklarda terk edilmiş cins bir köpek görüyoruz. Teknede büyük bir şaşkınlık ve heyecan yaşıyoruz. Çünkü götürdüğümüz yaklaşık 2 lt suyu tabiri caizse lıkır lıkır içiyor. Götürdüğümüz yemeklere yan gözle bile bakmıyor. Çok yazık kim bilir ne kadar süredir susuz kaldı yavrucak. Yalnız da değil ayrıca. Bir tane daha var. Ayaklarındaki ve ağzının kenarındaki tüyler sanki denizin tuzundan beyazlamış gibi. Muhtemelen yeni yavrulamış. Biraz güven duyduktan sonra kendini sevdirmeye bile başlıyor. Çocuklar keşke tekneye alıp götürsek diyorlar ama göğüslerine bakıp yeni yavrulamış olduğunu anlıyoruz. Yavruların yakın yerlerde olacağını düşünüyoruz. Daha sonra Alev bir cesaretle o kayalıklara çıkıyor. Ama erkek köpeğin direnciyle karşılaşıp aşağıya iniyor.



Artık Marmaris yolundayız. Saat 16:00 gibi … Saat 20:00’den önce orada olmalıymışız. Liman teknelerle dolu. Euro-2008, Türkiye-Hırvatistan çeyrek final maçı var. Erkeklerin hepsi ve Sylvia maçı seyretmek istiyor. Alev ve Nergis sabah erken kalkacaklar. Uçakla Ankara yolcuları çünkü. Ben, Güzin, Hale, Tuba ve Şafak’ın ise başka planları var, Marmaris gecelerine akmak istiyoruz. Akışımız ancak nargile ve bira içebileceğimiz bir kahvehaneye kadar gerçekleşiyor. Tekneye döndüğümüzde maç galibiyeti ile coşan insanlarla karşılaşıyoruz. Bu coşkular, sabahın ilk saatlerine kadar sürüyor. Sabah kalktığımızda artık vedalaşma vakti geliyor. Yine yeni turlara katılma düşüncesiyle, biraz buruk, otobüsümüze binmek üzere yola çıkıyoruz.