Gökçeada ve Bozcaada

11 Ağustos 2008

En sonunda pazartesi günü, yani bugün Ankara’nın sıcak ve boğucu havasından kaçmayı başarıyoruz. Ege, Adrasan’a gitmediğimiz için biraz üzgün. Ama farklı yerleri de sevebileceğine şimdilik inanmış görünüyor. Peşin peşin yolun ne kadar süreceğini soruyor. Çünkü her zaman olduğu gibi yolun uzun olduğunu öğrendiğinde arka koltuğu yatak olarak kullanacak. Yola çıkışımız öğleni buluyor.

İlk durağımız Gökçeada. Planımız İstanbul-Trakya üzerinden Çanakkale ve oradan da Gökçeadaya ulaşmak. Kulağımızı tersten gösterdiğimiz söylenebilir ama amacımız, ucundan bucağından da olsa Trakya’yı görebilmek. İstanbul’a küçük molalarla akşama doğru ulaşıyoruz. İstanbul’da konaklama düşüncemiz yok. Hedef Şarköy… Fatih Sultan Mehmet köprüsünden geçerken manzara karşısında içimiz eriyor. Bir Ege, bir ben fotograf makinasına sarılıyoruz. Bu şehir, herkes gibi içimize işlemiş. En büyük aşk-ı sevda bu! Yahya Kemal ne kadar da haklı demeden geçemiyorum. Neyse… trafik yoğun ama akışı gayet iyi. Trakya’ya geçince, biraz da şehirden kurtulur gibi olunca eski canlılıklarını kaybetmiş dizi dizi yazlık siteler başlıyor. Ayçiçeği tarlaları yol boyunca bizi takip ediyor. Zaman zaman içimden Ayhan arabayı şurda bir yerde durdursa da koca bir ayçiçeği/günebakan kafasını alıversem diyorum. Göz hakkı var ya! :) Ama hemen vazgeçiyorum.



Akşam yemeğimizi Tekirdağ’da, Ali ustanın lokantasında yiyoruz. Tekirdağ köftesi ve acılı ezmesi çok güzel! Burasının, şehrin en popüler mekanı olduğunu -giren ve çıkan insan sayısının hiç değişmemesinden- anlamamak mümkün değil. Her taraf tıklım tıklım. Televizyondan tanıdığımız renkli simalar bile burada var. Yemekten sonra biraz dolaşıp yola çıkmak daha iyi olacak gibi… Çok mu yedik ne! Sahile, balıkçıların olduğu yere iniyoruz. Denizin kokusunu en nihayetinde içimize çekiyoruz. Şehrin içerilerine pek giremedik ama gördüğümüz Tekirdağ, hem düzenli hem de temiz bir yer. Arada bir kara böcükleri görsek de bu, fikrimi değiştirmiyor. Bu arada meşhur peynir tatlısını da atlamıyoruz tabii. Kolestrol bombası olmakla birlikte oraya gidildiğinde bir kez de olsa yenmeli diye düşünmekteyim.

Hava kararmadan Şarköy’de olalım istiyoruz. Sahil yolunun, kısa ama stabilize ve virajlı olduğunu öğreniyoruz. Yolu biraz daha uzatıp Keşan-Malkara yoluna sapıp Malkara’ya 10 km kala Şarköy’e dönen 1 saatlik yolu tercih ediyoruz. İyi ki de etmişiz. Yine ayçiçeği tarlaları…Bu tarlalar, gün batımıyla beraber nasıl da güzel! Van gogh’un tablolarında olduğu gibi aynen! Tam bir renk cümbüşü! Günü batırarak Şarköy’e varıyoruz. Umarım konaklayacağımız yeri bulmak zor olmaz! Ayaklarımız uyuştu artık….



İlk olarak sahildeki otel/pansiyonlara yöneliyoruz. Deniz, biz Ankaralılarda büyük bir özlem. İlle de deniz! İlle de deniz kokusu… Ama bu amacımızı gerçekleştiremiyoruz. Biraz içerilerde yeni açılan bir otelde ancak yer bulabiliyoruz. Bir gece konaklayacağımız için fazla eşya çıkarmaya gerek yok. Kendimizi hemen sokaklara atıyoruz. Her taraf panayır yeri gibi… Şarköy, Akçakoca’nın biraz daha büyüğü ve nüfus olarak biraz daha yoğunu.

Erkenden yatacağız. Sabah yine yollardayız. Hedef Saros kıyılarını görüp, Gökçeadaya gidebilmek.

12/08/2008

Saros’ta Kocaçeşme ve Güneyli kasabalarında mola veriyoruz. Kocaçeşme’nin denizi koca derenin getirdiği alüvyonlarla dolmuş. Göçmen kuşlar gözümüzden kaçmıyor. Ama ayrımını yapmak bizim için oldukça zor. Güneyli ise yazlıkçıların mekanı olmuş. Deprem bölgesi oluşu belki de buranın daha fazla dolmasını engelliyor. Ama deniz harika. Tertemiz demek yeterli bile değil! Muhteşem! Deniz burada akıntılarla kendi kendini temizliyormuş. Dolayısıyla balığı da çok bol. Buralarda kalıp yerleşsek hiç fena olmaz hani!  Bol balık… mavi sular…



Güneyli ve sonrası yeşil bir deniz. Burası Gelibolu yarımadası milli parkı! Yanan ormanlık alanları görmek ve önlem alınmamasını bilmek çok üzücü. Gelibolu’da iskeledeki balık ekmeçilerde, ekmek arası sardalya yenmesini özellikle öneriyorum. Çanakkale şehitliğini gezmek için daha uzun zaman ayırmayı planlayarak ve gönlümüz kalarak çabuk geziyoruz. Kabatepe iskelesinden feribota biniyoruz. Yaklaşık bir saat sonra Gökçeada’dayız. Ada hakkında ne bilgimiz ne de rezervasyonumuz var.. Feribotta verdikleri broşürlerden birkaçını aklımızda tutup nasıl olsa bir yer buluruz diyoruz. İskeleye yakın yerlerde, biraz daha içerilerde birkaç otel var. Ama kalacağımız yer bu sefer deniz kenarında olmalı diye yola devam ediyoruz. Gökçe adanın merkezi içerilerde. Dar sokaklar, taş evler, çok hoş... Deniz kenarında doğal sit alanı olduğundan mı yoksa askeri bir tedbir mi bilmiyorum ama yapılaşmaya izin verilmemiş. Deniz kenarında iki yerin haricinde konaklayabilecek yer bulmak çok zor. Bunu ancak o yol yorgunluğuyla birlikte adayı arabayla turlayarak öğreniyoruz. Bunlardan biri vakti zamanında Köy Hizmetlerinin olan Mavi Resort diğeri de limandaki Gökçeada Resort. Enformasyon bürosundan Gökçeada Resort’un kanalizasyon borusunun patladığını bu yüzden denizinin çok temiz olmadığını söylediler. Buna rağmen oldukça pahalı. Hepimiz yorgunluktan bitmiş durumdayız. Suyla biran önce kucaklaşmak istiyoruz. Ama keyiften ödün vermek yanlısı da değiliz. Şansımızı Yukarı Bademli’deki Hotel Masi’de deneme kararıyla hareket ediyoruz.



Ve evet…! Burası tam bir kartal yuvası… Muhteşem bir ada manzarası! Havuzu ve manzarası bizim kalbimizi çalmaya yetiyor.



13/08/2008

Ertesi gün kahvaltı ve havuz sefasından sonra öğlen üzeri adanın merkezine iniyoruz. Dün gördüğümüz tuz gölüne gideceğiz. Hemen Aydıncık plajının yanında. Ama ada hakkında öğrendiklerimi sizlerle paylaşmak isterim. Ada küçük küçük köylere bölünmüş. Tepeköy, Kaleköy, Zeytinliköy, liman, Aşağı Bademli, Yukarı Bademli vb.. Etrafı ayın, yıldızlarla çevrelenmesi gibi irili ufaklı birçok adayla sarılıp sarmalanmış. Semadirek ve Limni bunlardan biri. Adanın kıyı şeridi uzunluğu 95 km. Eski taş evlerin bir kısmı boş. Satılamıyor, alınamıyorlar. Eski sahiplerini bekliyorlar. Bağcılık var ama adaya ait bir marka göremedik. Adanın bir kesiminde zeytin ağaçları var. Gönlümüz sararmış makilerden daha çok bağ ve zeytin ağacı görmek istiyor. TOKİ’nin evleri adanın yapısına hiç uymuyor. Acayip sırıtıyor. Ada yerlisine ve belediye başkanına çok iş düşüyor çok…

Merkezdeki Meydani pastanesinde karadut dondurmasını yedikten sonra 10 dakikalık mesafedeki Aydıncık/Kefaloz plajındayız. Önce tuz gölüne yöneliyoruz. Sabah kahvaltıda otel yöneticisinin söylediğine göre çamuru, cildi gençleştirip güzelleştiriyormuş. “Aman! çamuru sürdükten sonra kurumasını bekleyin” diyor. Sözünü dinliyoruz. Ege ve ben çamurları her tarafımıza sürüyoruz. Ayhan her tarafına sürmeye cesaret edemiyor. Ona giysilerimizi taşıma görevini veriyoruz. Daha sürerken hatta elimize alırken ellerimiz yanmaya başlıyor. Kükürt kokusu var. Bastığımız çamur öyle yumuşak ki; zaman zaman ayaklarımız kayıyor. Sanki sıcak su çıkıyor gibi hissediyorum. Kızımla ben iki baca temizleyicisi gibiyiz. Öyle komik ki! Herkes bizim gibi olduğu için sadece birbirimize gülüp geçiyoruz. Çamurun kurumasını beklemek çok zor! Çünkü parça parça tuz vücudumuzu yakıyor. Doğru plaja gidip denizde çamurları yıkıyoruz. Plajda karşılaştığımız bazı insanlar bunun bir rivayet olduğunu, doğru olmadığını söyleseler de tende yumuşaklık var ama kızarıklıklar da yok değil hani. Aydıncık ile bugün en doğuda bulunan tepenin çok önceden birbirinden ayrı olduğu ve zamanla biriken kumlarla adaya bağlandığı ve bugünkü Tuzgölü'nün oluştuğu söyleniyor.



Aydıncık plajı Bulgar sörfçüler tarafından parsellenmiş. Hem kendi takımlarını eğitiyorlar hem de bizim yerli turistleri. Yüzmek için ayrılan yer ancak çocukların oyun oynayabileceği bir alan kadar. Yani küçücük.  O yüzden “buranın denizi benim içime hiç sinmiyor”. Sonra bu sözüm aramızda tatil boyunca espri konusu oluyor. )

Akşama limanda yemeğimizi yiyip otele çıkacağız. Meydanda beyaz boyalı küçük bir kilise var. Hala kullanılıyor. 15 Ağustosta Rum vatandaşlarımız ve dünyanın dört bir yanından adaya gelen Rumların düzenlediği şenliklerde Meryem Ana'nın ölüm yıldönümü kutlamaları yapılacakmış. Çok renkli olurmuş ama maalesef biz adadan ayrılmış olacağız. Burası da akşam üzeri hareketlenen yerlerden biri. Yol trafığe kapatılıyor. Lokantalar sandalyelerini sokağa çıkarıyor. Yollar yıkanıyor. İncik boncukçular tezgahlarını açıyorlar.



14/08/2008

Sabah Gökçeada’dan Kabatepe’ye geçişimiz martılar eşliğinde oldu. Görülmeye değerdi doğrusu. Yol boyunca bizim feribota yakın uçup, atılan ekmekleri ve diğer yiyecekleri topladılar. Çok yakınımızdan uçtuklarından bol bol fotograflarını çektik. Çanakkale Boğazı, Eceabat sonra Geyikli-Yükyeri iskelesi ve Bozcada.





15:00 feribotuna yetiştik ama araç sayısı dolduğu için 17:00 feribotuna binebileceğimiz söylendiğinden iskeleye yakın bir çay bahçesinde biraz soluklanıyoruz. Giderken 3ytl’ye adaya geçiyoruz. Yol yaklaşık yarım saat sürüyor.

Ramazan dolayısıyla Bağ bozumu festivalini öne almışlar. Bu nedenle konaklayacak yerimizi Gökçeada’dan telefonla zar zor buldum.

Bozcaada, Gökçeada’ya göre çok küçük ama daha bakımlı, planlı ve daha kalkınmış. Biraz Kaş’a benziyor. Doğal sit alanı. Yapılaşma olsa da adaya yakışmayan bir durum söz konusu değil. Bağlar burada daha çok. Adanın kendine özgü üzümleri var. Çavuş üzümü ve Kuntra. Tabii şarap fabrikaları da... Çamlıbağ, Ataol, Talay ve Corvus.
Benim damak tadıma doğrusu Çamlıbağ çok uygun. Ayhan’ın tercihi ise Ataol’dan yana.



İlk gün yine Gökçeada’da olduğu gibi akşam üzeri adadayız. Fakat bu sefer yer bulmak gibi bir sıkıntımız yok. O nedenle denize girecek zaman bulabiliyoruz. 5-6 dakikalık mesafedeki Akvaryum koyuna gidiyoruz. Nefis! Pırıl pırıl buz gibi bir deniz. Bizim şansımızdan mıdır nedir bilmiyorum. Deniz daha önce buralarda hiç görülmezmiş minik minik bir sürü denizanalarıyla dolu. Denizi bırakıp gitmek istemesek de deniz analarından huylanıp hemen yan koylarından biri olan Ayazma’ya gidiyoruz. Deniz burada da çok güzel ama sığ. Yarın başka koylarda olacağız demekki…

Akşam merkezdeki Sandal lokantasında Ege yemekleri yiyoruz. Albenisi var. Ama hizmette kusurlular. Çamlıbağ’ı ilk burada deniyoruz. Cabarnet Sauvignon %70 ve %30 Kuntra üzümlerinden yapılıyormuş. Türk kahvesi tiryakileri olan biz kahvemizi, eski kahvede içiyoruz. Sunum bir harika. Yanında üzüm likörü var.

15/08/2008

Bugün, Ayhan’nın işlerini bitirmesini beklediğimizden ancak öğleden sonra Ayazma plajına gidebildik. Koyları keşfetmek yarına kaldı. Merkezine indikçe Bozcaada’nın kapılarını da fotoğraflamayı ihmal etmiyorum. İndikçe diyorum; çünkü kaldığımız yerle arasında yaklaşık 1,3 km var. Aslında yürüyüş mesafesi. Bisikletle gidip gelmek çok hoş olabilir.

Bağ bozumu festivali yarın başlıyor. Biz, bu akşamdan şarap tadımlarına başladık. Talay ve Çamlıbağ şarap tadım evlerini gezdik. Ada kahvenin, zeytinyağlı yemeklerinin, meşhur gelincik şuruplu sakızlı muhalebisinin de tadına baktık. Şarap ve tatlıları fazla kaçırmaya başladık. Dikkat etmek gerekecek! 

16/08/2008

Deniz analarından kaçış yok ! Bugün Cafe at Lisa’s da öğlen yemeğini yiyip, Habbele koyuna gideceğiz. Ege, kafede gördüğü ‘Benim Bozcaadam’ konulu resim yarışmasına katılmak istiyor. Çok seviniyoruz.



Habbele koyunda diğer koylara göre daha az deniz anası, daha az insan var. Sahil kum. Ama deniz içi çakıllı. Bu inanın hiç önemli değil. Sudan çıkmak istemiyoruz. Gidip gelme olmasın diye yarın öğlen erzaklarımızla geleceğiz. Akşamına kalan şarap evlerini gezeceğiz. Şarap takı ve aksesuarları dükkanı da ilgimizi çekiyor.



17/08/2008

Bugün adada son günümüz sabah erkenden Habbele’deyiz. Ege, keşke biraz daha burada kalsak demeye başladı. Ayrıca yaptığı resmi bu sabah Cafe at Lisa’s a teslim ettik. (*) Artık 29 Ağustos’taki sonuçları bekliyoruz. Ben kızımdan çok ümitliyim...



Bugün denizin tadını çıkarmak farz oluyor. Balıklar gibi bir dalıp bir çıkıyoruz. Akşam üzeri rüzgar tribünlerini görmeye adanın başka bir cenabına gidiyoruz. Sayıyoruz toplam 17 tribün var. Yaklaşık 30.000 kişinin elektirik ihtiyacını karşılayabiliyormuş. (Bu tribünlere Ege kıyısının çeşitli yerlerinde tekrar karşılaşacağız.) Söylenecek söz var mı? Bilmiyorum. Uzman değilim ama yenilenebilir ve temiz enerjiden yanayım tabiiki...

18/08/2008

10:00 daki feribota yetişmek için kahvaltımızı erkenden yapıyor ve Ada’ya bir daha gelmek üzere yola koyuluyoruz. Unutmadan söyleyeyim buradan feribotla karşıya geçiş 29 ytl. Gelin ama gitmeyin deniyor. Bizim de hiç gidesimiz yok. Ama! Bir de aması var işte... Geyikli Yükyeri iskelesinden sonraki güzergah biraz daha güneye inmek. Sanki şehirlerarası yolda değil de şehir içinde gider gibi yerleşim yerlerinin bu kadar sık olmasına şaşarak, yine yer yer yanmış ormanlık alanları görerek Ayvacık’a kadar geliyoruz. Ayvacık-Küçükkuyu arasındaki yoldan bakıldığında kıyı ve adalar dantel gibi görünüyor. Viraj ve trafiğin yoğunluğu durup fotograf çekmemi engelliyor. Adaşım arkadaşım, yolunuz üzerinde Yeşilyurt ve Adatepe köyleri var. Muhakkak görmelisiniz diyor telefonda. Ne kadar isabetli bir öneri olduğunu köye çıktığımızda görüyoruz. Dağların eteğine kurulmuş bir orman köyü burası. Parası olan ve köyünü bırakıp gitmek istemeyenler, bir de İstanbullular buraya yatırım yapmaya başlamışlar. Köy evlerini alıp restore ettiren yabancılar bile var. Yerlisi de elinin emeğini, ürününü satmayı öğrenmiş. İyi de etmiş doğrusu. Zamanla örnek bir yer olacağını düşünüyorum.




Yolda Adatepe zeytinyağı fabrika müzesini geziyoruz. Ama Adatepe sapağını kaçırıyoruz. Adaşım telefonda "üzülmeyin iki köy de birbirine benziyor" diyor. Artık dönüş yolundayız. Bir tatil de burada bitiyor.


(*) Ege, o resim yarışmasında bir mansiyon aldı. Kuru boya kalemleriyle ancak bu kadar güzel resim yapılabilirdi. 



Hiç yorum yok: