KAVALA-SELANİK

Ardında muhakkak güzel anılar, güzel tatlar bıraksa da gezip gördüğümüz yerleri, yaşanılanları,  yemek yediğimiz mekanları zaman içinde unutuyoruz. Bu yazdıklarım, gelecekte kendime birer nottur. Kim bilir bu notlar, belki bir gün başkalarına da yardımcı olur.
            İnsanlar gibi, mekanlar, köyler, mahalleler, sokaklar, şehirler ve ülkeler hızlıca değişmekte. Bunu en ciddi boyutlarda da biz yaşıyoruz sanırım. Doğa katlediliyor. Şehirlerimiz, kapasitesinin üstünde göç alıyor. Beton yığınına dönüşüyor. Paralelinde gelişen bir sürü olumsuzluklar… Güzel gelişmeler az da olsa var. Onları bir kenara koyuyorum. Bu hıza yetişmemiz mümkün değil. Bazen kendi şehrime bile yabancı olduğumu hissedip üzülüyorum. Ben eskinin korunup kollanarak planlı büyümekten yanayım.
            Bu seferki rotamız; sınır komşumuz Yunanistan, Kavala-Selanik. İlk defa arabamızla yurt dışına çıkıyoruz. Ayhan’a doğum günüsü hediyesi.
            1 Ekimde Ankara’dan yola çıktık. Ayhanların ertesi günü bir eğitime katılmaları gerekiyordu. 2 Ekim günü İstanbul, bana kaldı. Hasret giderdik. Eğitim sonrası Taksimde buluştuk. Keşan’a doğru yola çıktık. Saat 23:00 gibi Keşan’daydık. Gündüz gözüyle sınırdan geçelim, gezip görerek yola devam edelim diyerek O gece Keşan’da  konakladık. Gezip görelim dedim ya, maalesef sabah sınıra kadar sis içinde gittik desem yeridir. İpsala’dan Dedeağaç’a (Alexsandropolis) kadar zeytin ağaçları bize eşlik etti. Dedeağaç, kendimi hiç yabancı gibi hissetmediğim küçük ve sevimli bir şehir. Son derece basit ve huzurlu bir yaşam sürdürdükleri gözüküyor. Yaz mevsimi bittiğinden olabilir, sanki yaşlı nüfus sokaklarda daha çok. Arabamızı park edip, sahile paralel uzanan Demokrasi caddesinde yürüyerek şehri keşfediyoruz. Demokrasi caddesinde yürürken deniz fenerini görmemeniz mümkün değil. Aramanıza bile gerek kalmadan birden karşınıza çıkıyor. 


II. Abdülhamid döneminde 1800’lerde yapılmış. Demokrasi caddesine yakın Selahattin camisi olarak da bilinen ibadete açık olduğu yazılan Dedeağaç camisi var. Cami Osmanlılardan kalma, beton binaların arasına sıkışmış. İçerden çocuk sesleri geliyordu. Okul olarak kullanıldığını düşündük.

            Yine geldiğimiz yolun bir üstünden ana caddeye çıkarak limana, arabayı park ettiğimiz yere doğru yürüdük. Kavala’ya kadar böyle küçük molalarla devam edeceğiz.  Dedeağaç’tan çıkarken belediye önünde ya grev vardı ya da protesto. Ne diyeyim, rast gelsin.
         Dedeağaç’tan çıkıp İskeçe’ye doğru yol alıyoruz. Amacımız Makri köyü ve sonrasında Gümülcine.
            Makri köyü, zeytin ağaçlarıyla kaplı şirin bir köy. Yaz sezonu bittiği için oldukça sakin. Sadece köyün yerlileri kahve köşesinde; aynen bizde olduğu gibi. Deniz kokusunu almak, uçsuz bucaksız maviliğe bakmak için deniz kıyısına gidelim dedik. Deniz kıyısında çay bahçesi var. Ama aynı sebeple kapalı. Balıkçı tekneleri mendireğe sığınmış, bir balıkçı ağını tamir ediyordu. Eminim yazın buralar cıvıl cıvıldır. Köyden, yeni yapılmakta olan bir manastırı gezerek, zeytin bahçelerinin arasından geçerek çıkıyoruz.




            Gümülcine’ye (Komotini) indiğimizde Anadolu’nun herhangi bir yerinde dolaşıyormuş gibi oluyorsunuz. Hatta fazlası Türkçe konuşanları, birbirine seslenenleri bile duymanız mümkün. Öğlen yemeğimizi Agora adındaki lokantada yedik. Mekan da, yemekler de güzeldi. Şehri yürüyerek dolaşmanız mümkün. Eski şehrin göbeğindeki Yeni Cami 1585’te yapılmış.





            Porto Lagos, şirin, huzur dolu bir balıkçı köyü. Porto Lagos yakınlarında lagün içinde ahşap köprülerle geçilebilen birbirine bağlı iki kilise var. Biri Aya Nikola diğeri de Pantanassa. Bütün dinlerde olduğu gibi, içleri fazlaca süslü. Gördüğümüz genç bir rahip oranın temizliğini yapıyordu. Başka kimseyi görmedik.






Porto Lagostan üç görüntü





İskeçe’ye (Xanthi) giderken yollarda pamuk topaklarıyla karşılaştık ve de şaşırdık. Çünkü pamuğun daha sıcak iklimde yetiştiğini düşünüyorduk. İskeçe, dağların yamacına kurulmuş, etrafı yemyeşil bir kent. Ahiriyan mahallesinin cumbalı, cumbasız taş evleri arasında, dar sokaklarında dolaşırken Karadeniz bölgesinde dolaşıyormuşuz hissine kapıldık. Ahiriyan mahallesi adını, Müslüman Bulgarlar, Pomakların diğer adı Ahiriyanlardan almış. Ahiriyanların1091’de Rodoplarda kalmış, kuman Türkleri oldukları söyleniyor.  
  








            İskeçe ve Kavala arası yaklaşık bir saat sürüyor. Bir gece Kavala’da limanda bir otelde konaklayacağız.
Kavala (Neopoli), 1387’den 1912’ye kadar Osmanlı toprağı olarak  kalmış. 1923 yılında gerçekleşen mübadele ile Kapadokya’da yaşayan Rumlar  buraya yerleşmişler.











            Kavala’nın bana göre üç simgesi var. İlki şehre girerken altından geçtiğimiz Kanuni’nin sadrazamı Pargalı İbrahim paşa tarafından inşa ettirilmiş olan su kemerleri, yüksekliği 52 m deniliyor. İkincisi Panagia tepesindeki Osmanlılar tarafından genişletilen Bizans kalesi, üçüncüsü de Kavalalı Mehmet Ali paşa tarafından yaptırılan, şimdilerde otel olarak kullanılan imaeret 5 Euro karşılığında gezmeniz mümkün. 1923 yılına kadar medrese, aşevi, ibadethane olarak kullanılmış.






            Kavala, Mehmet Ali paşanın doğduğu şehir. Evi müze olarak kullanılıyor. Müzeye giriş bereli 3 Euro. Kavalalının hayatı girişte kronolojik olarak verilmiş. Evin konumu, kalenin en güzel yerinde.
        


    Kalede Halil bey camisini de görmek mümkün. Erken Hristiyan bazilikasının temelleri üzerine inşa edilmiş. Osmanlıların döneminde ibadet ve eğitime katkı veren bir hale dönüşmüş. Caminin hemen yan tarafındaki medrese bunun kanıtı. İçlerini görmemiz mümkün olmadı.




            Eski şehrin (Panagia) alt kısımlarında görülebilen Aziz Nikolai kilisesi, 1530’da Pargalı tarafından yaptırılmış. 1926’da kiliseye dönüştürülmüş.



            Kavalada akşam yemeğini sahilde Paraliakon’da yedik. Deniz ürünleri ve meze çeşitleri tavsiye edilir.
            4 Ekimde öğle üzeri Kavaladan Selaniğe yola çıktık. Yaklaşık iki buçuk saat sürüyor. Yolumuz üzerinde Volvi ve Koroneias gölleri var. Şehre girerken üst üste binaları gördüğümüzde biraz hayal kırıklığına uğramıştık ki; şehrin içlerine doğru indikçe bir Avrupa kentinde olduğunuzu hissetmeye başlıyorsunuz.
            Şehre saat 15:00-15:30 gibi girdik. Otele yerleşip ilk iş olarak Atamızın evini görmeye gittik. Evin dekorasyonu olarak pek bir şey kalmamış (ilgisiz kalmış demek istemiyorum). Atamızın ve Zübeyde hanımın balmumu heykelleri, Atamızın kullandığı özel eşyalar sergileniyor. Ama sayısı oldukça az. Hayatı kronoljik olarak yazılı ve sinevizyonla anlatılıyor. Ev bomboş olsa da doğup büyüdüğü evi görmek odalarında dolaşmak, müthiş duygulandırıyor. Müze ev, ücretsiz gezilebiliyor. Kapıdaki görevli, ziyaretçi sayısının oldukça fazla olduğunu söylüyor. Sadece Türkler değil, başka milletten insanlar da vardı. Biz buna şahidiz.








            Pembe evle ilgili Yılmaz Özdil’in Mustafa Kemal kitabından kısa notları da burada paylaşmak istedim.
            Pembe ev, iki katlı, 4 odalı, sahanlığı, bodrumu, mutfağı, tuvaleti vardı. Pencereleri kafesliydi. 342m2. Ali Rıza bey ve Zübeyde hanım bu evde kiracı olarak oturuyorlarken 1877’de satın almışlar ve ortak tapu çıkarmışlar.
            Yunanistan milli bankası, terk edilmiş mallar olarak tescillenen pembe evi 1928 yılında 197 bin drahmi karşılığında Sarafimidu ailesin satmış. Selanik belediyesi 1933 yılında 650 bin drahmiye tekrar kamuşlaştırılarak Atamıza armağan etmiş. Ancak armağan edilen evi, ev sahibi oda oda kiraladığı için evi, boşaltmak kolay olmamış. Boşaltılarak teslim etmek 2 yıl sürmüş. Evin anahtarları 1937’de Türkiye’ye verilmiş. Atamız bedava kabul etmemiş. Sembolik bile olsa mutlaka ödeme yapmak istemiş. Yunanistan sembolik fatura çıkarmış. Türkiye Cumhuriyeti devleti pembe ev karşılığında Selanik belediyesine 10000 drahmi ödemiş.
            Pembe evin heme önünde ana caddeye bakan yönde Türkiye Cumhuriyeti Başkonsolosluğu var.
            Atamızın evinden ayrılıp Roman Forum’u, Theodora manastırını fotoğraflıyoruz.





            Aristo meydanı, sanki herkesin buluşma noktası. Aristo meydanı, gençlerle, yerlisiyle, yabancısıyla, sokak müzisyenleriyle cıvıl, cıvıl. Kafelerin, tavernaların önleri de ışıl, ışıl. Lefkos Pyrgos, İzmir’in kordonu gibi yürüyüş imkanı sunuyor. Güneşin batışının son saniyelerini yakalıyoruz. Akşam yemeğimizi, Egnatia caddesinde, Modiano market içinde, yabancıların sayıca çok olduğu Meze adındaki salaş bir lokantada yedik. Balık çorbası ve susamlı sardalye nefisti. Tavsiye edilir. Çalışanlar da misafirperver ve sıcakkanlı. Yemek sonrası otele dönüp günü noktalıyoruz.





            Ertesi günü 5 Ekimde kahvaltı sonrası Kapani pazarına gittik. Sebze-meyve, çaput, içkiler, şekerlemeler, balıklar, deniz ürünleri, etler, her türlü şeyleri bulmak mümkün. Balık çeşitlerini ve tazeliğini gördüğümüzde imrendik doğrusu. Aghias Sofias’yı (Aya Sofya) gezdik. Sonra Kamara olarak da bilinen Roma imparatoru Galerius Maximianus tarafından milattan sonra 3.yy’dan 4.yy’a geçerken inşa edilen Galerius zafer takını ve rotundayı görmeye gittik. Roma imparatorluğunun perslere karşı kazanılan zaferinin anısına yapılmış. Rotundayı saraya bağlayan yolun kesişiminde inşa edilmiş.






            Sonrasında, Osmanlı döneminde zindan olarak kullanılan beyaz kule tabi ki… Günümüzde müze olarak kullanılıyor. Sinevizyon gösterimleri var. Beyaz kuleden sahil boyunca yürürken karşımızdaki limanı gördüğümüzde İzmir’deki kordon ve pasaportu görür gibi olduk. Sonraki güzergah restoranların ve tavernaların bulunduğu Ladadika. Gambrinusta ikişer soğuk bira ve patates ve otele dönüş.




            Ertesi gün 6 Ekimde kahvaltı sonrası yine yollardayız. Selanik’ten çıkıp Seres tabelasını gördüğümüz zaman aklımıza Nazım Hikmet ve Şeyh Bedrettin destanı geldi. Çok ani bir kararla yönümüzü Seres’e çevirdik. Seres çarşıda dolaşıp Nazım’a ve Şeyh Bedrettin’e selamlar gönderdik.



            Artık eve dönüş yolundayız. Dönüşümüz Çanakkale-Kilitbayırdan feribotla karşıya geçerek, o gece Bandırma Limanda “Pandermo Port Hotel”de konaklama ve  sabah 7’de Ankara yolundayız. Akşam üzeri elimizde 2 zeytin, 2 nar fidanıyla evdeyiz.
           

Hiç yorum yok: