AYAKKABININ YOLCULUĞU


Benden o kadar çok var ki bu dünyada. Renk renk, çeşit çeşit... Birkaçımızın fabrikada üretildiğini duydum. Ancak, ben zor şartlarda üretildim. Beni yapan usta gece gündüz uğraştı. Herşey özel olmalıydı onun için. Oğluna hediye olarak yapılmıştım çünkü. Bir boğazım ve tabi ki uzun bağcıklarım vardı. Deriden yapılmıştım. Tamamlandığım gün; beni oğluna verdiğinde uzağa gideceğimi anladım. Günler geçtikçe ve kendimi kaybettiğimde bir savaşın ortasında buldum kendimi. Onun her adımında toprağı güzelce ezdim. Bazen ise bastığım yerler inledi sonra sessizliğe gömüldü. Sanki var olmam bir hataydı, yanlıştı. Giderek kendi içime kapandım, deri gövdem her geçen gün yırtılmaya ve açılmaya başladı. Başta durduğum anlar giderek arttı ve sonra hiç kesilmeden olduğum yerde kaldım. Çürümüş ve eskimiş olarak...

Ege Büyüksemerci

ALAÇATI


1850’li yıllarda bataklık olan Alaçatı, mimar olan Hacı Memiş Ağa’nın önderliğinde hendek açılarak kurutulmuş. Şimdi Alaçatı’da Hacı Memiş Ağa mahallesi varmış. Açılan kanal daha sonraları gemilerin yanaştığı bir liman olmuş. Adalardan gelen Rum işçiler buranın imar işleriyle uğraşmışlar. Daha sonra, bu Rum işçiler Alaçatı Limanının 1 km kuzeyindeki yeni Alaçatı'ya yerleşmişler. İşleyebilecekleri tarlaları olmadığı için, yap-işlet-devret modeliyle burada toprak sahibi olmuşlar. Bağcılık ve Zeytincilik yaparak geçimlerini sağlamışlar. Üretim, mubadele yıllarında buraya gelen göçmenlerle, bildikleri tek yetiştiricilik olan tütün ve kavun yetiştiriciliğine dönmüş. Ama başarılı olamamışlar. Şimdi yapılan işler malum … turizm



Ayrıca Alaçatı Türkiye'nin tek sakız ağacı yetiştirilen yeri. Alaçatı Limanı, devamlı esen rüzgârına rağmen dalgasız deniziyle surf yapmaya elverişli önemli bir merkez. Eski taş evler restore edilip, kullanılıyor. Evler, alaçatıya özgü kesme taşlardan yapılmış. Hafif sarı görünümlü. Kışın sıcak, yazın serin tutuyormuş.



Pencereleri saksı çiçekleriyle süslenmiş daracık sokakları ve bu daracık sokakların açıldığı küçük meydanlar çok sevimli, çok güzeller. Değişik bir dokusu var. Yalnız yeme içme oldukça pahalı… Bir örnek vermek gerekirse Ankara, İstanbul, Bodrum gibi yerlerde bir top dondurma 1 lira iken Alaçatıda 1 top dondurma 4 lira. Akşam yemeği için söylenen rakamlar ise kişi başına yaklaşık 180 tl ödendiği yönünde. Bu nedenle o akşam Sığacık’a deniz kenarında salaş bir lokanta’ya gidiyoruz. 6 kişi toplam 100 tl ödeyerek çıkıyoruz. Yediklerimiz, midye dolma, çupra, kalamar tava, sardalya, tekir, salata ve çeşitli içecekler. Tekrar gidip orda yer misiniz? derseniz, evet gider yerim…






ÇEŞME-ÇEŞME BAĞCILIK

Koyları gezmeye devam ediyoruz. Bu kez duraklarımız rüzgarın iki güzel kızı Çeşme ve Alaçatı. Bunların kısa, günübirlik turlar olduğunu söylemeliyim. İzmir’e çok yakın olması, otobandan kolayca ulaşılması albenisini oldukça artırmış durumda. Bu nedenle çok kalabalık. Yaz mevsimi olması buraların nüfusunun artış sebebi. Çeşme'ye gitmeden önce Çeşme Bağcılık'ın yolunu tutuyoruz. Aslında buraya Çeşme'den gitmek daha kolaymış. Ama biz yanlış yönlendirildiğimiz için epey dolaştık. Alaçatı ayrımından Ovacık mevkiine geçip sora sora Çeşme Bağcılık’ı bulduk. Çeşme Bağcılık az önce dediğim gibi Ovacık-Ballıdağ mevkiinde kurulmuş büyük bir tesis. Büyük bir alana yayılmış, teraslama usulü yapılan kocaman bir bağ. Ucu bucağı gözükmüyor. Tesis olarak çok güzel… Cabarnet Sauvignon ve merlot üzümlerinden özenle, adıyla da anılan şaraplar üretiyorlar. Amaaa! gelgelelim yönetimden kaynaklanan bir sıkıntının olduğu da aşikar. Broşüründe anlatıldığı gibi ne restaurantı ne de cafesi çalışır durumda. Hele bir de bu tesise yakışmayan bir şey var ki dudak uçuklatıyor. Ayhan, Ankara’dan yola çıkmadan evvel gezilip görülecek yerler arasında burayı da işaretlemiş, şaraplarının tadına bakmayı kafasına koymuştu. Hatta “beğenirsem Ankara’dan da zaman zaman sipariş verebilirim” diyordu. Tesise girip “şaraplarınızın tadına bakmaya geldik.” dediğimizde, saçma geliyor ama “biz şarap tattırmıyoruz.” dediler. Şimdiye kadar gittiğimiz hiç bir şarap fabrikası ya da bağında böyle birşeyle karşılaşmamıştık. Çeşme Bağcılık'ın sahibi Aysun Güvener, (googledan aratıp kim olduğuna bakabilirsiniz.) artık izin vermiyormuş. Akıllara durgunluk… Yanlış anladığımızı düşündük. Çeşme-Bağcılık adına da yakışmayan bir tutum sergilenmesini çok garipsedik. İçimizden bir ses geri dönelim, artık yapılacak bir şey yok derken, diğer bir ses ise uzun bir yoldan, taaa Ankara’dan gelmişken tatmak istiyor… En sonunda satış kısmında görevli olmayan muhasebe çalışanı bir bayan kendi inisiyatifini kullanarak bize Chateau Agrilia (kırmızı)'yı tattırıyor. Şarap çok güzel… Fransa'dan getirtilen meşe fıçılarda 7 yıl bekletilmiş. Biber tadında. İçimi çok güzel olan bu şarabın hem kırmızısını hem de beyazını alıyoruz. Ayhan dayanamayıp daha önce tadına bakamadığı Söksa Çeşme Cabernet Sauvignon ve Alaçatı Öküzgözü Boğazkere alıyor. Yeğenlerim kesin tavırlarını koyuyorlar. Ne en sonunda bize sunulan şarabın tadına bakıyor, ne de alışveriş yapıyorlar… Bir daha Çeşme Bağcılık’ın ne meyve sularını ne de şaraplarını alırız diyerek restlerini çekiyorlar… Çeşme’ye gitmek için eski yolu tercih ediyoruz. Biraz daha trafiğin az olduğu bir yol. Çeşme’ye yaklaştıkça, Ildır gölüne doğru, rüzgar türbinleri yol boyunca sıralanmış, bizleri karşılıyor. Sayıları oldukça fazla. Araba hareket halinde olduğu için saymakta zorlanıyorum. Yaklaşık 40-50 arasında var. Her geçen sene Ege’de rüzgar türbinlerinin sayısının arttığını görmek beni çok mutlu ediyor. Ne de olsa temiz enerji, temiz çevre… demek. Çeşme Bağcılık’ı gezip geldiğimiz için Çeşme’de kaldığımız süre oldukça az. Biraz liman turu, biraz alışveriş mekanı da olan arka ana caddede küçük bir tur ve akşam yemeğinden ibaret. Tüm cadde cıvıl cıvıl… çok hoş. Caddedeki eski kilise kitap ve resim standı olarak kullanılıyor. Eski evler korunuyor; yeni yapılanlar da eskilerle uyum içinde. Gözü rahatsız eden bir şey yok. Çeşme ve Alaçatı denilince ilk akla gelen bergamut reçeli ve sakızlı dondurma… Muhakkak tadılmalı…

ÖZBEK ve URLA

Kadıkalesi'nden sonraki durakları kısaca anlatayım. Bir gece (8 Ağustos 2009) Kuşadasında konakladık. Kuşadasını sevenler darılıp gücenmesin, bu kente pek ısınamadım. Hep kaçmak istedim. Her gittiğimde kendimi, bir panayır yerinde gibi hissettim.



Burada konaklamak için yer bulmak oldukça zor. Selçuk ve Efes’e yakın bir liman kenti oluşu en büyük neden olabilir. Temiz bir yerde konaklamak için baya bir cebelleştik.Talep fazla olduğu için her koşulda odaların satılacağından çok eminler. En sonunda şansımız güldü; yeni bakım görmüş, şehrin merkezinde bir otel bulduk (Hotel İlayda). Deniz manzaralı, pırıl pırıl bir odada geceledik. Ertesi gün yol üzeri olduğu için daha önce görmüş olsak da Efes’e uğradık. Daha sonraki durak ise Selçuk'taki Meryemana evi ve ardından Efes müzesi idi. Müzede sergilenen eserlerden etkilenmemek mümkün değil...





Çalışan elemanlar büyük bir özveri ve sevgiyle hizmet ediyorlar. Haklarını yememek lazım. Ama yeterli sayıda olmadıklarını gözlemledik.Bunu da dile getirdik. Sanki müze terk edilmiş metruk bir ev gibi. Açık hava müzesi de dahil olmak üzere 75 kişi 3 vardiya usulü çalışıyorlarmış. Bazen 500 er kişilik grupların geldiği de oluyormuş. O zaman ast üst ilişkisi olmadan hepsi çil yavrusu gibi dağılıp çalışıyorlarmış. 300-500 kişiyi bulduğunda turist kafile lerini takip etmek çok zor oluyormuş. Taleplerini dile getirmişler. Ama görüldüğü gibi birşey yapılmamış. Önerileri söylemeye ne hacet! Takke önde düşünmek lazım ne diyeyim…


Selçuk otoban girişinde yeğenlerimle buluşuyoruz. Hep birlikte çaylarımızı kahvelerimizi içiyoruz. Sonra küçük yeğenle rotamız aynı Neşe’mizin konağı! Yorgun ve sıcaktan erimiş olarak, akşam üzeri ordayız…


Ankara dönüş yolunda kısa turlarla girip çıktığımız koylardan da söz etmeden geçemeyeceğim. İlk durak Özbek koyu, denizi oldukça sığ. Hala bakir. Hiçbir şekilde el değmemiş.



İkinci durağımız ise Tanju Okan’ın da bir zamanlar yaşadığı Urla. Çok sevimli, temiz ve düzgün. Sakinlerinin biraz daha el atmasını bekliyor sanki! Koy fena halde rüzgar alıyor. Öyle ki; parktaki kamelyaların etrafı camla kapatılmış. Tanju Okan’ın Heykeli de parka çok yakışmış doğrusu. Evinin müze olabileceğini düşünürken satıldığını öğreniyoruz. Parkta kaldığımız sürece o tok, güzel sesi kullaklarımızda çınlıyor... Şarkılarını onunla beraber mırıldanıyoruz...





Sağdaki Yorgo Seferisin evi

İzmir-Urla doğumlu, 1963 yılında Nobel Edebiyat ödülünü alan yunan şairi Yorgo Seferis'in evi restore edilmiş butik otel olarak kullanılmakta. Necati Cumalı’nın da Urlalı olduğunu burada öğreniyorum. Son sözler Yorgo Seferis ve Necati Cumalı'dan...


Bir güvercin gibi ak

o gizli kıyıda

susadık öğle üzeri:

ama tuzluydu sular.


Sarı kumların üstüne

adını yazdık onun,

ama bir rüzgar esti denizden

ve silindi yazılar.


Nasıl bir ruh, bir yürek,

nasıl bir istek ve tutkuyla

yaşadık: yanılmışız!

Değiştirdik öyle yaşamayı.


Yorgo Seferis



Ay Işığı


Ben uzaklardan beklerdim,

Sayarak günlerimi.

Bu gece penceremden düşen ay ışığında,

Birden yanıbaşımda buldum.

Bir ağaç gibi çiçeklenmiş

Anladım almış yürümüş

Sarmış bu sevda içimi.


II


Gece yarısı elbiselerim,

Ayakkabılarım üstüne

Düşen ay ışığı,

İnsan böyle mi olur

Sevdaya tutuldu mu?


..........


Necati Cumalı

BODRUM



Bodrum’u anlatmak hem kolay, hem de çok zor. Bodrum bir metropol olma yolunda büyük bir yol katetmiş. Bu çok hoş mu? değil... Gece ya da gündüz fark etmiyor. Trafik her zaman çok yoğun. Her zaman çok kalabalık. Yeşil alanlar her yerde olduğu gibi burada da her geçen gün azalmakta. Orada olduğumuz zaman yine Yalıkavak tarafından dumanlar yükseliyordu. Bütün sahil şeritleri, dağlar taşlar irili ufaklı, estetikten yoksun evler, sitelerle doldurulmuş. Betonlaşma hızla devam etmekte.


Kaldığımız yer, sahil kenarında değil ama deniz manzaralı, denize en geç 10 dakika yürüyüş mesafesinde, sahilde plajı da olan güzel, sessiz bir mekandı. İsteyenler burada spor yapma imkanı da bulabiliyor. Bu nedenle bu fırsatları kaçırdığımızı söyleyemeyeceğim. Sabah erken kalkıp kondisyon salonuna sonra masa tenisine, sonra havuza, denize derken akşamı ediyorduk.





Kadıkalesi, şirin bir belde. En güzel tarafı ise bence Bodrum'un incisi Gümüşlük'e yakın olması. Sit alanı olması sahilde yapılaşmayı engellemiş ama arka sırtlar betondan nasibini almış. Özgünlüğünü hala koruyor. Pek çok insan sabah kahvaltısı için sahile iniyor. Ya börekçiden böreğini alıyor ya da simit ve peynirle oradaki çay bahçelerinde hem gazetelerini okuyor hem de kahvaltılarını yapıyorlar. Tavşan adasına giden o sığ yol, her zaman karınca yolu gibi. Oradan manzara müthiş tabi…Uludağ üniversitesi, antik kentte (Myndos) arkeolojik kazılar yaptığı için adanın arka tarafına geçmek yasak. Belli bir yere kadar izin var. Myndos sözcüğü etimoloji yönünden incelendiğinde “Ana Tanrıça’ya Tapınma” anlamına geliyormuş. Myndos’un arkasındaki tepelerde, uzun burnun ucunda gümüş ocakları bulunuyormuş. Daha sonra buraya verilen Gümüşlük ismi bu maden ocaklarından kaynaklanıyormuş.






Gümüşlük’teki birçok evin duvarlarında Helenistik döneme ait sütun başlıkları, mimari parçalar kullanılmış. Tavşan adasından baktığınızda antik kente ait ya bir sur ya da bir mendirek kalıntısı da olabilir, görülebiliyor. Güneşin batışını izlemek istiyorsanız, elinize kadehlerinizi ve şarap şişenizi alın. Gümüşlük'ün veya Turgutreis'in yolunu tutun. Hafızalarınıza kazınacağından şüpheniz olmasın. Yaşadığınıza şükredip gözlerinizi bu alevle dolduracaksınız emin olun. Sahildeki balıkçı lokantalarını da sakın unutmayın. Balık, salatayla kalkarsanız makul bir fiyat ödeyebilirsiniz. Amaaa deniz mahsüllerini buna ilave edecek olursanız, fiyatlarının katlandığını görürsünüz. Benden söylemesi...